logo
Merhamet, acımak hissine indirgenemez

Merhamet, acımak hissine indirgenemez

Merhamet, kalbin temel eylemi ama böylesine önemli bir erdem olduğu halde yanlış anlaşılıyor, en çok da acıma ile karıştırılıyor. Popüler kültürde bu algılama biçimi, hayli yaygın. “Acıma” da daha çok karşımızdakine ilişkin olumsuz bir hissiyat olarak kullanılıyor. Mesela “benden nefret et ama bana acıma” sözünde olduğu gibi, acımanın bir insana karşı duyulabilecek en berbat his olduğu intibaını uyandıran ifadeler dolanıyor ortalıkta... Popüler kültür dilimizde merhameti, acıma ile karıştıran bir başka misal de “merhametten maraz doğar” deyişimiz. Oysa künhüne vararak anlamaya çalıştığımızda hemen göreceğiz ki, merhametten maraz doğmaz. Maraz doğacaksa bizim gösterdiğimiz merhametten değil, marazi kişinin kişiliğindeki merhametsizliktendir.


İnsan ilişkilerinde ölümcül bir narsistik rekabetin geçerli olduğunu anlatmaya çalışan dilimizdeki bu tür söyleyişlerin, oldukça yeni ve batı etkilenmeli olduğu kanaatindeyim. Yoksa geleneksel duygu tarihimizde acıma, incitmeme, şefkat, yardımseverlik, hepsi de, aynı hissiyat manzumesinin içinde ve genel “merhamet” kavramının şemsiyesi altında yer alıyorlar ve aralarındaki ayrımlar üzerinde pek durulmuyor. Oysa soy batı düşüncesi, hem bunları sürekli parçalara ayırıyor, indirgiyor hem de hiçbir zaman harmonik biçimde idrak edemiyor, birbirine karıştırıp duruyor. Aralarındaki ayrımları anlayabilmek için durmadan didikliyor.

Batılı düşünürler, acıma (commiseratio), şefkat (misericordia) ve merhamet (compassion) arasındaki farklara ilişkin bize tuhaf gelecek öyle çok şey yazmışlar ki…


Nietzsche, bu kavramların hiçbirine yüz vermez, hatta merhametten tiksinmemizi isterken, çağdaşlardan Vladimir Jankelevitch, sevgi varken merhamete lüzum yok fikrindedir: “Merhamet, tepkili ya da ikincil bir insan sevgisidir, sevmek için, ötekinin ıstırabına ihtiyaç duyar, sakatın koltuk değneklerine, onun sefaletinin seyrine bağımlıdır. Acıma her zaman mutsuzluğun ardından gelir. Acıma, hemcinsini acınacak durumdaysa sever, merhamet ise mutsuz olduğunda ona sempati duyar! Evrensel insan sevgisi ise kendiliğindendir... Hemcinsimiz mutsuz değilse bile sevilebilir ve sevilmelidir.”  Elbette Schopenhauer gibi merhameti ahlâklılığın kökeni, en yetkin ve devindirici gücü olarak gören de vardır; Hannah Arendt gibi “acıma”ya olumsuz bakan Batı külliyatına karşı söz söyleyebilmek için merhameti ondan ayırmaya çalışan da: “Merhamet acımanın tersine tikeli kavrayabilir, geneli bilemez, tek bir insanın ıstırabına odaklanır, somuttur. Oysa acıma soyuttur, globalleştirir, boşboğazdır, o yüzden merhametin yumuşaklığı karşısında şiddetlidir ve hatta acımasızdır.”

Andre-Comte Sponville de Arendt’e katılıyor, acıma duyan insanın kibrine, kendini üstün görme hissine dikkat çekiyor. Oysa “hayran olunan şeye de mahkûm edilen şeye de merhamet duyulabilir… Acıma, yukarıdan aşağıya hissedilir. Merhamet ise, tersine, yatay bir duygudur: Ancak eşitler arasında anlam taşır, daha doğrusu ıstırap çekenle, onun yanında ve bundan böyle aynı düzlemde, onun ıstırabını paylaşan arasında bu eşitliği gerçekleştirir. Bu anlamda bir küçümseme payı olmadan acıma olamaz; saygı olmadan da merhamet olamaz” diyerek ayrımı belirginleştiriyor. Ayrıca merhametin onları içermekle birlikte alçak gönüllülük göstermekle, hayır işleri ve yardımseverlikle aynı şey olmadığının altını çiziyor.


Merhametin bir duygu olduğu doğrudur. Duygu olması, siparişle, emirle yapılmasının imkânsız olduğu anlamına gelir. Ama insanın duygularını merhametli olmak için eğitmesi mümkündür. Zaten bu imkân dolayısıyladır ki, merhamet doğuştan var olan duygusal bir potansiyel olmaktan erdem haline yükselir. Bu gelişimsel özelliği nedeniyle Rousseau, merhameti diğer erdemlerin kaynaklandığı esas erdem olarak görür... “Merhamet, birinden diğerine, duygusal düzeyden etik düzeye, hissedilen şeyden istenen şeye, olunan şeyden olunması gereken şeye geçmeyi sağlayandır... Merhamet bizi yalnızca tüm insanlığa değil, tüm canlılara ya da en azından acı çekenlere açan tek erdemdir. Merhamete dayalı ve merhametten beslenen bilgelik, bilgeliklerin en evrenseli ve en gereklisidir.” Böyle söyleyen Sponville, merhameti bu yönüyle sevgiye benzetiyor lakin tercihini sevgiden değil merhametten, Hıristiyanlıktan değil Budizm’den yana koyuyor. “Gerçek bir insan sevgisine tanık olduğundan kim emin olabilir? Merhamete tanık olduğundan ise kim kuşku duyabilir? İsa’nın sevgi iletisi daha coşku vericidir; ama Buda’nın merhamet dersi daha gerçekçidir. ‘Sev, sonra da ne istersen yap’- ya da merhamet göster ve yapman gerekeni yap” diyor.


Batıdaki merhamet tartışmalarından ve onları nakleden Comte-Sponville’nin merhamet üzerine kendi görüşlerinden anladığımız şu ki, Müslüman dünyada ve Batı kültüründe merhamet ve sevgi yaklaşımları hayli farklı ve üzerine doktora tezi yazılabilecek kadar çetrefil ve karışık... Batı kültüründe ve Hıristiyanlıkta ana tema olan “evrensel sevgi” kavramına tavır almış ve merhametin erdemler içindeki temel konumunu doğru tespit edebilmiş olanların İslamiyet’i muhtemelen bilmemeleri veya hatalı bilmeleri ve sempatilerinin Budizm’e yönelmeleri ise şaşırtıcı ve üzücü. Keşke merhametin önemini anlayan batılı düşünürler, özellikle merhameti erdemlerin temeli olduğunu fark edenler İslamiyet’i gerçek anlamda tanıyabilmiş, hiç değilse besmele tefsirinden haberdar olmuş olsa idiler, diye hayıflanmadan duramıyor insan. 


Her neyse... Batılı düşünürlerin söyledikleri de ortaya koyuyor ki merhamet, acımaya, yardımseverliğe ve benzerlerine indirgenemeyecek (ki bence onlar da hiç olumsuz duygular değil), onlardan hayli farklı ve hayatın içinde yol gösterici ve üstelik hislere dayalı olduğundan somut ve apaçık bir erdem. Bunlar, Müslüman kültür ortamında, zaten, bizatihi böyle olduğu bilinen hususiyetler ve benim merhametin neden adaleti ve diğer erdemleri öncelediği konusundaki tezimde dayanak noktalarım. Bunların haricinde, merhamet insanın ahlaki gelişiminde de daha önce ortaya çıkıyor ve temeli oluşturuyor. Şöyle ki:


Çocukluğumuzdan hepimiz hatırlarız, bize adalet hissinin nasıl verilmeye, bugünkü dille ne şekilde değerler eğitimi yapılmaya çalışıldığını… Hak geçmesin, başkasının hakkı yenmesin diye büyüklerimiz öyle nezih bir çaba gösterirlerdi ki… Ağzımızda, dilimizde yaralar çıktığında bile, hak yemiş olabileceğimizden böyle olduğunu ima ederlerdi. Şüphesiz yaraların somut başka nedenleri vardı ama o vesileyle “hak”, “hukuk” kavramlarının öğretilmeye çalışılması muazzamdı. Merhametin başka insanlara ve tabiata kıyamamak olduğu tanımı muvacehesinde şimdi düşünelim: Merhameti bir şekilde öğretmemiş olsaydık, karşımızdakinin hakkına vurgu yapabilir miydik, hak eğitimine geçebilir miydik? Merhamet, kendini kalbimizin atışları gibi somut hissettiriyor. Hak ve adalet, ancak merhamet üstüne bina olursa sağlam bir temele oturuyor. Zira merhamet sayesinde suç, suçlu ve mağdur arasında ayrım yapabiliyor, ona göre suçlara ceza uygulayabiliyoruz.

 

Erol Göka