Harun Yakarer: Kendini Kaybetmek
Toplumların değişimi, çok uzun zaman isteyen ve büyük olaylar sonucunda ortaya çıkan bir oluştur. Bu değişim, her ne kadar bir kendiliğindenlik neticesinde olmasa ve dışarıdan ya da içeriden müdahaleler neticesinde gerçekleşse de değişimin uzun zaman alması ve kendini uyanıklar dışındakilere hissettirmemesi de buna oluş dememize sebep.
Türk toplumunun değişiminde herkesçe bilindiği üzere sivil bir
ihtilalin doğrudan etkisi yoktur. Toplum hep birilerinin tepeden dokunuşlarıyla
kitleler halinde değişmeye başlamıştır. Değişim başladıktan sonra ise bir baraj
kapağının açılması gibi suların önüne set çekilememiştir. Fransız İhtilali
neticesinde dünya üzerindeki değişimlerden payımızı biz de aldık. Uzun
zamanların sonunda kemikleşen toplum yapısı, aynı zamanda kişiliğin de yok
olduğu anlamına geliyordu. Birey olmayı başaramamış insanlardan oluşan
topluluk, bir cemaat de oluşturamaz. Cemaat, herkesin bir işlevi yerine
getirdiği ve bütünün olmazsa olmaz parçası durumundaki, kendine has
özellikleriyle var olan parçalardan oluşur.
Müslüman topluluğun içinde yaşayan insanların bir birey olmaya,
tip değil karakter olmaya ihtiyacı vardı. Fakat bireyleşme, bireyselleşmeye
doğru evrilince işler içinden çıkılamaz bir hal aldı. Bununla ne demek
istediğimizi bir de şöyle anlatalım: “Ben” olmak iyidir, “ben” demek kötü. Ben
olmakla bir cemaat olmanın ilk basamağı tamamlanırken, ben demekle bir cemaate
dahil olmak imkânı ortadan kalkar. İslam ise bir cemaat dinidir. Dolayısıyla
“ben” demekle toplumsal anlamda İslam’ın yaşanır kılınması imkânı ortadan
kalkar. İşte bizim sosyolojik açıdan tarih serüvenimizin geldiği nokta.
Müslüman bir toplumdan, Müslüman bir topluluğa.
Siyaset günümüzde toplumu dizayn eden en büyük organizasyondur.
Her ne kadar toplumun siyaseti belirlediği ve seçimler neticesinde yönettiği
bir rejim hâkim olsa da biz, bunun böyle olmadığını biliyoruz. Cumhuriyetin
ilanından sonra seçme ve seçilme hakkı verilip seçime tek partiyle gitmek, 60
ve 80 darbeleri sonrasındaki seçim ve referandumlar buna örnek olabilir. Siyaset
o dönemlerde insanlara seçme hakkı tanımış gibi yaparak aslında insanların
kendilerini bir birey olarak görme potansiyelini de açığa çıkarıyordu. Bu
durumda seçenekler arasından birini seçmek değil, hiçbirini seçmemek özgürlük
alametidir. Çünkü seçeneklerin başkaları tarafından belirlendiğini unutan insan
onlardan birini seçmekle özgür olduğu yanılgısına kapılıyor.
Özgür, yani “ben” olduğu. Bir şeyleri değiştirebilme gücünün
kendinden olduğu hissine kapılan insan ise, “ben” demeye başlıyor. Artık günümüzde de tüm dünyada siyaset,
toplumun sınırsızmış gibi görünen fakat her an gözetlenebilir özgürlüğünden
kaynaklanan güçle topluma hükmediyor. Bunu sağlayan araçsa internet, daha
özelde sosyal medya. Kişiler kendi hesaplarından binlerce kişiye seslenebiliyor
ve böylece gözetlenebilir etki alanıyla birlikte kendini bir şeylerin hâkimi
olan ve bir şeyleri değiştirebilecek güç olarak bireye dönüştüğü yanılsamasına
kapılıyor. Halbuki toplumsal beğeniler dışında kendisini gün yüzüne
çıkarabilecek başka hiçbir şey yok. Dolayısıyla toplumun beğenileri, onu
herkesleştirirken aslında hizaya da getiriyor. Sonuç, kişiliksiz yığınlar.
Güzel olan ne varsa, onu tüketmek ve kurban etmek için yarışa
girdiğimiz bu zamanda, Byung-Chul Han’ın “Teşhircilik toplumunda her özne, kendi
reklam nesnesidir” sözü üstümüze alınsak mı alınmasak mı diye bocaladığımız,
pratikteyse üstümüzden sökmeye mecalimizin kalmadığı bir söz.
Mahremiyetin temel taşlarından olduğu Müslüman toplumu
bireyselleşmiş topluluk haline geldiğinde, bu temel taşlarının da bir anlamı
kalmamıştı. Üstünde duvarları olmayan bir temel düşünün. Uzun süre boş kalan o
temel taşları da yavaş yavaş aşındı. Mahremiyet, bireyin ve toplumun bir
sırrıydı ve bu sırrın bozulması her şeyi tüketilebilir kıldı. Baudrillard’ın
deyişiyle olan oldu ve “beden ahlaki ve ideolojik işlevde tam anlamıyla ruhun
yerini almış” oldu.
Görünürlük, ortalıkta olmak güzelin düşmanıdır. Bu yüzden
görünmekte tereddüt eder. Fakat sosyal medya çağında görünürlük seçeneklerinden
birinin tercih etmezseniz yok hükmündesinizdir ve bir kere görünürlüğün tadını
almış, peçeyi yırtmışsanız bu ademiyet insanı boğar. Görünür olma
bağımlılığının ele geçirdiği insan, aynılaşmaya da mahkûmdur. Yine Byung-Chul
Han’ın sözüyle ifade edecek olursak “Aynının cehenneminde hakikat yoktur.”
Tüketilebilir olan “ben” gitgide azalır ve “ben” azalırken dünya artar.
Bireyselleşmiş ve mahremiyet duygusundan sıyrılmış
topluluğumuzun seline kapılan bir kesim de Müslümanlar oldu. Gerek iktidar
nimetlerinden istifade ile zenginleşen, gerek zengin yaşamların anlatıldığı
televizyon dizileriyle zenginlere özenen, gerekse de beğenilme arzusu ile
kendini tüketim nesnesi olarak her gün paylaşan birey, kendi olmaktan vazgeçmek
pahasına tipleşmiş ve ortadayken ortalığa düşmüş konumda. İnstagram bunun en
net gözlemlenebildiği mecra.
Mahremiyetin sınırı diye bir kavram artık yok. Yeni evlenen ve
mütedeyyin görünümlü bir çift, hiçbir hicap duygusuna kapılmadan yatak odasını
herkesin beğenisine sunabiliyor. Nazar değer korkusuyla geçmişte bir fotoğrafı
dahi kimseye gösterilmeyen bebek, annenin like almak uğruna her gün paylaştığı
bir meta haline gelmiş durumda. Henüz nerede olduğunun idrakine bile
varamayacak yaşta, mesela kırk günlük- bebekler için düzenlenen partiler
mütedeyyin görünümlü anne babalar tarafından beğeni uğruna binlerce lira
akıtılarak organize edilen gösteriş aktivitesi ya da like aktivitesi oldu.
Ercan Yıldırım’ın aktardığına göre Hegel, Fransız İhtilali’ne
ilkin sevinir, ilkelerini çok yerinde görür fakat sınırsız kişisel ilişkilerin
tesisiyle toplum yapısının çökeceğinin, egoizmin etkili kültür olacağının
farkına varır. Bizde de durum gelinen nokta itibariyle tarihsel süreç içinde
bundan farklı olmadı maalesef. Mütedeyyin kesim dışında kalanlar için bir
beklentimiz zaten olamaz. Derdimiz “biz” diyebileceklerimizle ya da “biz”den
görünenlerle.
Başta belirttiğimiz, Müslüman toplumlarda fertlerin “ben”
olabilme, yani kendilik bilgisi edinebilme ihtiyacının karşılanamaması sorunu;
onu toplumdan, akrabalarından, ailesinden, hatta kendisinden kopardığı için
Müslüman bir yaşam biçimini hâkim kılacak cevher harekete geçmiyor ve
dolayısıyla Müslüman toplum hayali ve ideali yığınların zihninde yer
edinemiyor.
Bu ideali taşıyan ve “ben” olabilmiş, kendilik bilgisini
kaybetmemiş, yığına nazaran çok az sayıdaki insan kendi kalmaya devam ederek
sistem dışında kalıyor. Buradan çıkış imkânı yok mu?
Allah var.
Harun Yakarer