Kemal Sayar: Mevlâna İdris için üzülmeli miyiz?
Eyüp Camii’nin avlusunda sessizce
yürüyoruz, definden önce kabir yerine bakmaya gidiyoruz. Ağzımızı bıçak
açmıyor. Konuşmaya takatimiz yok. Herkes kendi içindeki kedere gömülmüş, kendi
içine kaçmış, acısıyla baş başa. Bir hazineyi yitirmenin, eşini bir daha
bulamayacağımızdan neredeyse emin olduğumuz bir insan hazinesini yitirmenin
şaşkınlığı içindeyiz. Vurgun yemiş dalgıçlar gibi şaşkın kalakalmış durumdayız.
Mevlâna İdris bizim ciğerparemizdi.
Canciğerimizdi. İçimizdeki en renkli, en nevi şahsına münhasır insandı. Dünyaya
ve ölüme en güzel gülümseyenimizdi. İçinde nice volkanlar zapt eden bir sükûnet.
İstanbul’a geldiğim günlerde tanıştığım, sonra onun bizi elimizden tutup da
götürdüğü her insana, her sokağa, her gönle teslimiyetle sokulduğum, onun
kurduğu dostluk halkalarına dâhil olarak zenginleştiğim güzel arkadaşımdı.
Evimde uyudu, karnını doyurdu ve ben onun evinde uyudum, karnımı doyurdum. Ruhlarımız
birbirine misafir oldu. Onun okuduğu ilahileri, üflediği neyi dinledim. Ağabeyi
Nedim Ali nasıl güzel bir insan ise o da o kadar güzel bir insan, olgun bir
inanmıştı. Sarsılmaz bir imanı vardı, kaynayıp çağlayan bir yüreği, nerede
dünyanın kirinden, pasından arınmış bir arif görse ona doğru çekilen bir masumiyeti
vardı. Mevlâna İdris sizi izbe bir apartman katında yaşayan bir adamın yanına
götürür, aa bir bakarsınız bu adam bir yer üstü hazinesi! Bir eczacının dibine
oturtur, o da ne, hikmet kıvılcımları fışkırır oradan. Kendisi gibi insan
güzellerine meftundu ve sevdiklerini de güzelliğe sürüklemekte usta bir
kaptandı. İstanbul’un ve Türkiye’nin her yerinde onun çocuk orduları vardı,
“adamlarım” dediği masum kalpler. Çocukları çok sevmesi, onlarla arkadaşlık
edebilmesi, daima bir çocuk kalbi taşımasındandı. Onları daima hayal kurmaya
kışkırttı, baskıcı eğitim düzenine itaatsizliğe teşvik etti. Sayısız çocuğu
hususiyetleriyle tanır, onlara isimleriyle hitap ederdi. Zamanını şaşırmış, kurgudan
gerçekliğe çıkmış bir “Küçük Prens” gibiydi.
Onu bütün dostları neden bu kadar çok
seviyordu? Vefat haberini aldığımdan beri düşünüyorum. Ayrılığı her birimizden
kocaman bir parça kopardı, sadece hatıraların o büyük kütlesini değil, beraber
geçirilecek asude bir zamanın geleceğini de. Ondan ayrılık demek; karşılıklı
çocuklaşabileceğiniz, teklifsizce şakalaşabileceğiniz, kendisinden asla
alınmayacağınız ve size alınmayacağından emin olduğunu bildiğiniz o güzide
serinliği bir daha bulamayacağınız demek. O yüzden onunla on yıllardır hiç
olmazsa haftada bir görüşen arkadaş halkası; günlerdir yaslı, gözleri nemli,
teselliyi birbirine sokulmakta arıyor. Neden bu kadar seviliyor demiştik. Bizim
güzel arkadaşımız, her insanı aziz bilen bir yüce gönüllülüğe sahipti ve sohbet
ettiği her insana değerli ve özel bir kişi olduğu hissini aşılardı. Onun
dostluk halkasına dâhil olan herkes “Onun en iyi dostu benim!” diyebilirdi ve
bunda da haksız olmazdı. Çünkü “hazret” (bu kelimeyi pek severdi) yanında
herkesi çok rahat ettirirdi. Çay ve çekirdek, buluşmalarımızın vazgeçilmez
ikilisiydi. Neşesi yerindeyse fıkralar anlatır, ilahiler okurdu. Bazen de
hülyalı bir dalgınlıkla kendi içine çekilir, olan biteni uzaktan mütebessim bir
çehreyle izlerdi. Bütünüyle meyus olduğunu hiç görmedim, en sessiz anlarını bir
latif söz, bir hikmet pırıltısı, bir espri ile şenlendirmeyi bilirdi. İnsan
toplayıcısıydı. Gerek kurduğu özgün mekânı Eski Kafa’da olsun gerekse
buluştuğumuz başka mekânlarda dostluk halkasını yeni insan keşifleriyle
genişletir, yeni yüzlerle tanışmamızı sağlardı.
Mevlâna İdris kimse hakkında kötü konuşmazdı.
Sağlam bir ahlâka sahipti, enerjisini imar etmekte kullanır, iyiliğin ve
güzelliğin taşıyıcısı olmaya gayret ederdi. Son yıllarda çıkardığı ÇETO
dergisi bile buna delil olarak yeter. Belki on kişilik bir ekibin
kotarabileceği ansiklopedi hacminde bir dergiyi tek başına, aşkla çıkarmayı
başarmıştı. Tek tek hepimizden yazı toplar, resimleri özenle seçer, keşfettiği
pırıltılı çocuk ve gençleri yazmaları için teşvik ederdi. Ruhu hep ötelere,
ebediyete dönüktü. Bana öyle gelirdi ki iki cihanda birden dolaşmaktadır. Bu
sözümü abartılı bulanlar olabilir. Bu da benim hissim, ne yapayım. Dostumuzda
öte dünyaya ait bir koku vardı. “Her gün bir yere konmak ne güzel / Bulanmadan,
donmadan akmak ne hoş” diyor ya pirimiz Mevlânâ Celâleddin, o da bulanmadan
aktı. Ülkenin her yerinde dostluk orduları vardı. Rindleri, harabat ehlini
tanır, onlarla yarenlik ederdi. Bizim Mevlâna’mız böyleydi, onda bu âleme
sığmayan bir şey vardı.
Onda olmayan bir şey vardıysa tamahkârlık
ve dünya hırsıydı. Güzelliğe, güzel söze, güzel sese, ahenge âşıktı. Hayatın
bildik kalıp ve ritimlerini altüst etmeyi severdi. Dostluğumuzun ilk
dönemlerinde, henüz hiçbirimiz evlenmemiştik, sabahlara kadar İstanbul
sokaklarını arşınlar, âdeta sonsuz bir yaşama sevinci içinde yüzerdik. Şiirler
okurduk birbirimize, kelimelerin ve dostluğun sıcağında ısınırdık. Hiç
hiddetlendiğini görmedim, bir insana sesini yükselttiğini de. Belki gören
olmuştur ama ben otuz dört yılda görmedim. Varlığı latif bir sabah esintisi
gibi sizin de gerginliğinizi alırdı. Şimdi biz kocamış, yaşını başını almış
adamlar hangi ağacın gölgesinde serinleyeceğiz?
Pek çok dizesi ruhumda yer etmiş, şimdi
terennüm edilince fark ediyorum. Benim için “kendi hayatının şiirini yazan” bir
adamdı hazret, benim nikâh şahidimdi. İkindiyazıları dergisi için “100
Türk Büyüğü” diye alternatif bir tarih çalışması başlatmıştık. Doksanlı
yılların başı, onun hakkında şöyle yazmışım: “Günümüzün bir dervişi. Onunla
olmak, dervişliği paylaşmak ve hayatın tenha dehlizlerine sokulmaktır. İstanbul
bir post ve şeyh İdris o posta kurulmuş, bütün şairler ve çocuklar onun müridi.
Tenha duraklardan nice zengin hayatlar devşiriyor…”
Sık sık yola düşer, başını alıp uzaklara
giderdi. Kırlarda koşuyor gibi, dağ yamacından çiçek topluyor gibi bir sevinç
içinde âlemi gezerdi. Belki yeni ruh arkadaşları arıyordu, belki bir şeyden
kaçıyordu. Kim bilir? Dostlarını da yola ortak etmeyi severdi. Ona hiç yol
arkadaşlığı edememişim, bu benim kısmetsizliğim. Ama birkaç defa başka
şehirlerde buluştuk, çayın iyi demlendiği yerlerde çekirdek çitledik. İnsan
sevdiğini ne kadar çok sevdiğini bazen onu kaybedince anlıyor. Dostlarımızın
ölümüyle bizim içimizde de bir şeyler bir daha yeşermemecesine ölüyor. İnsan,
sevdiğini maddi âlemde yitirmekle, hayatın kırılganlığıyla ilk elden
yüzleşiyor.
Ameliyata gireceği gün sabahtan aradım, rolleri
değişmiştik, âdeta o beni teskin eder gibiydi, vakur bir biçimde karşılıyordu
olan bitenleri. Biz dostları, ecel vaktinin gelip çatmış olabileceğine ihtimal
vermedik. Bizim İdris’imiz gittiği her yerden yeni zenginliklerle dönmüştü ya
her sefer, bu sefer de öyle olacaktı. Yoğun bakımda geçen günlerin ardından
doktorundan ve kardeşi Salih’ten gelen güzel haberler içimize su serpiyordu.
Sonra bir sabah uyandığımda, sessizde kalmış telefonumda sabah dörde doğru
Salih’ten bir cevapsız arama görünüyor. Aradan birkaç saat geçmiş, geri
arıyorum. Alo Salih, ne oldu? Sessizlik. Yüzyıl süren sessizlik. Sonra
karşılıklı gözyaşları. Sonra bir vedaya henüz hazır olmayışın getirdiği yürek
burukluğu. Keşkeler.
Bu yazıyı yazmak için biraz bekledim. İstedim
ki içimde çağlayan duygularım yerli yerine otursun. Ruhumda silinmez izleri
olan o güzel insanla azar azar vedalaşayım. Gözlerimiz nemli ama ağlayan bir
yazı yazmak istemedim. Zira çok az insan bu kadar sevilmiştir. Çok az insan Hz.
Eyüp El-Ensari’nin ağuşunda ebedi istirahatine çekilebilmiş ve yine çok az
insan dokunduğu hayatların sevgi seliyle uğurlanabilmiştir. Cenaze namazında tıp
fakültesinden bir öğrencimle karşılaştım, şimdi asistan, “Ben onun eserleriyle
büyüdüm.” diyor. Gözleri iki çeşme ağlayan genç kızlar, çocuk yaştan itibaren onun
kitaplarıyla büyümüş ruh arkadaşları. Hayatlarına şiir ve masallarıyla
sokulduğu nice insan onu katıksız bir sevgiyle öte âleme sırladılar. Bir doktor
arkadaşımla karşılaştım, “Hiç tanışmadım ama hakkında yazılanlardan o kadar
etkilendim ki kendimi burada buldum.” diyor. Gece vakti kabrine uğruyoruz, iki
genç kız başında Kur’an okuyor. Çok az insan bu kadar büyük bir sevgiyle
sarmalanmıştır. Mevlâna İdris ölümden korkmuyordu. Zaten ölüm bir yenilgi
değildir. Rabbiyle birlikte olan kişi için ölüm pirimiz Mevlânâ Celâleddin’in
dediği gibi düğün gecesidir. “Beni
toprağa verdikleri zaman, elvedâ elvedâ demeye kalkışma / Mezar, cennet
topluluğunun perdesidir. / Batmayı gördün değil mi? Doğmayı da seyret, güneşle
aya gurûbdan hiç ziyân gelir mi?”
Bize bir sabah rüzgârı değdi. Latif bir rüzgâr
üzerimize çiçek tozlarını serpti ve gitti. Kardeşimiz, ciğerparemiz En
Sevgili’sine kavuştu. Biz de onun ardından yola koyulduk. Mevlâna İdris için
üzülmeli miyiz? Hayır. O zaten mana âlemlerinin meftunuydu. Sevdiğine aitti ve
ona gitti. Sadece kendimiz için üzülebiliriz. O latif sabah rüzgârı, madde âleminde
kapımızı çalmayacak. Yine de kalbimizin kapısı aralık dursun. Âşıklar ölmez.
Mana, manayı bulur. Yeter ki biz kalbimizdeki manayı diri tutalım. Fiziki âlem
bir teferruattır.
Kemal Sayar