Ali Emre: Gazze: Kıyıdaki kanlı karanfil
1
Dört bir yanına muhacir
kanının bulaştığı, mazlum çığlığının sindiği, masum çocuk cesedinin yığıldığı
Akdeniz’in maşrık tarafında, daha arkalardan seğirten çöl tozunun tuzlu suyla
kavuştuğu kıyının birkaç kilometre içerisine kurulan bir karye Gazze. Bugünkü merkezinin
haritası kalınca bir tabanca namlusunu andıran, direncini daima genç ve taze
tutsa da yaşlı, yaralı, yaslı bir şehir hüviyetiyle karşımıza çıkan aslan
yatağı bir şehir. Baş kısmı çekiçle dövülen, gövdesi darp edilerek sahile iliştirilen
kanlı ve kalın bir karanfile benziyor aynı zamanda.
Filistin’in
güneybatısındaki bu uzunsak kıyı şeridi, canlı ve cazip bir ticaret merkezi olarak
öne çıkıyor tarihte. Devlet ve medeniyet sıçramalarına azımsanmayacak bir süre hiza
ve ayar veren Kuzey Afrika ile ecnebilerin Levant dediği fakat bizim
Bilâdü’ş-Şam şeklinde tesmiye ettiğimiz coğrafyanın, daha çok Lübnan ve
Filistin kısmının eteğinde bir antrepo işlevi görüyor asırlarca. Küresel hacimli
büyük savaşlarda bile önemini koruyan, Kızıldeniz’in bitiminde eteklerini
toplayarak yukarıya hoplayan Baharat Yolu üzerinde bereketli ve cerbezeli bir istirahat
menzili, istişare ve istihbarat merkezi oluyor. Hem ardiye hem borsa muamelesi
görüyor hem panayır kâhyası pozlarına bürünerek azık ikmali için acenteliğe
soyunuyor hem de gemilere pazusu kamçılanmış esmer forsalar tedarik ediyor. Mısırlıların
bir müddet Kenan bölgesindeki idare merkezi olarak kullandıkları şehir; farklı
renklerin, dillerin, meşreplerin hengâmesi içinde Yahudilere ve Asurlulara da
ev sahipliği yapıyor.
Dünyanın kuzeyini hallaç
pamuğuna çevirmesinin ardından Mısır’a yönelen Büyük İskender, ordusuna beş ay
kök söktüren efsanevi direnişi ecel terleri dökerek kırdıktan sonra girebiliyor
Gazze’ye. Epeyce bir çalkantının ardından, MÖ. 63’te, bir ecinni taifesi gibi
dört bir koldan yeryüzüne yayılan, dişlerini fazla göstermeden ısırmayı ve
yutmayı iyi beceren Romalıların eline düşüyor bu kez. Şehirde Hristiyan Bizans’ın
egemenlik yılları sükûnetle geçiyor genellikle. Bazı kaynaklarda güneydeki
Arapların da şehri iyi bildikleri, hatta Kureyş Suresi’nde geçen kış mevsimi
menzilinin burası olduğu iddia ediliyor. Sınırlı hayvancılıkla mevsimlik ticaret
dışında mühim hiçbir geçim kaynağı olmayan Mekke’nin
bölgeye yolladığı kafilelerin birinde Hz. Peygamber’in büyük dedesi Hâşim b.
Abdümenâf da yer alıyor ve burada vefat ediyor; nitekim ona bir kabir
vermesinden hareketle bir ara “Gazzetü
Hâşim” de deniyor şehre. Hz. Peygamber’in babası Abdullah’ı da görüyoruz
bu tüccarlar arasında. Hz. Ömer’in İslâm’a girmeden önceki servetini Gazze’ye
yaptığı ticari yolculuklardan kazandığına dair rivayetler fazlasıyla meşhur.
Hicretin ikinci yılında (624) Bedir Gazvesi’ne yol açan zengin ticaret kervanı
da Ebû Süfyân idaresinde Gazze’den dönmekteydi, malum olduğu üzere.
2
634’te,
Hz. Ebubekir döneminde kuşatılan şehir, Yahudilerin de desteklediği Bizans
garnizonunun yenilmesiyle Müslümanlar tarafından fethediliyor. Gazze, 767’de
dünyaya gözlerini açan İmam Şafii’nin de doğum yeri. 10. yüzyılda yaşayan meşhur
coğrafyacı Makdisî şöyle betimliyor şehri: “Çölün kıyısında, Mısır yolu
üzerinde büyük bir şehirdir. Mutlaka görülmesi gereken büyük bir eser olarak bu
beldede Halife Ömer adına yapılmış Gazze Büyük Camii vardır.”
Ara sıra
kuzeyindeki büyük kabilelerin çatışmalarından etkilense de jeostratejik
konumunun sağladığı avantajla İslâmi idare altında hızla büyüyor, refaha kavuşuyor,
mabetlerle ve bereketli bağlarla süsleniyor. Türk Memlûklerin kurduğu bir
hanedan olan Tolunoğulları, 868’den 905’e kadar idareyi elinde bulunduruyor. Birkaç
yıl sonra da ilkin Tunus’ta ortaya çıkan ve ardından Mısır’ı ele geçiren
Fatımîlere bağlanıyor. Bu dönemde Hindistan’dan gelen portakalla tanışan Gazze,
asıl yurtlarından epeyce aşağılara inen Selçuklu akıncılarının da ara sıra
göründüğü bir belde. Fakat 11. yüzyılın sonlarında, küresel bir istila ve işgal
hareketine soyunan Haçlılar, 1100 yılında Gazze’ye egemen oluyorlar. Kudüs
kralı Üçüncü Baldwin şehirde bir kale inşa ettirerek henüz direnen Askalan’ı da
göz hapsine alıyor. Gazze Ulu Camii, Saint John Katedrali’ne çevriliyor bu
esnada. Hıttin’de birleşik Haçlı ordusunu ezen Selahaddin Eyyubî, 1187’de
Gazze’yi de özgürleştiriyor. Kralların Seferi olarak da nitelenen Üçüncü Haçlı
Seferi’nde, İngiltere kralı Richard’la bu bölgede peş peşe çatışmalar yaşandığını
biliyoruz. Surlar yıkılıyor, şehir bir ara harabeye dönüyor. Eyyubî idaresinde
tekrar toparlanan Gazze, 1260’ta başka bir küresel istila harekâtına maruz kalıyor.
Hülâgû’nün idaresindeki Moğolların, Mısır’a girme hazırlıklarından önce güneyde
durup soluklandıkları en son nokta Gazze. Mısır sultanı Kutuz, herkesin korku
içinde kaldığı o zorlu dönemde sürgündeki Baybars’ın da birlikleriyle gelip
kendisine katılması üzerine cihat ilan ediyor ve işgalci Moğolların üzerine
yürüyor. Öncü birliklerin başında yola çıkan Baybars, Aynicâlût’taki büyük
savaştan önce, Gazze’deki Moğol birliğini darmadağın ederek kaleyi ele geçiriyor.
Memlûkler, ileriki yıllarda Gazze mimarisini camiler, medreseler, hastaneler,
kervansaraylar ve hamamlarla zenginleştiriyorlar. Yavuz Sultan Selim’in
1516’daki Mısır seferi sırasında Osmanlı topraklarına katılan Gazze, Şam
eyaletine bağlı bir sancak olarak yönetiliyor.
20.
yüzyıla depremlerle giren Gazze, 400 yıllık Osmanlı idaresinden sonra Birinci
Dünya Savaşı’nda Osmanlılar ile İngilizler
arasında yaşanan üç büyük savaşa sahne oluyor. Bunların ilk ikisini Osmanlılar,
üçüncüsünü İngilizler kazanıyor. General Allenby, sonuncusunda Gazze’yi zapt ediyor
ve bir ara kendi adıyla anılan köprüyü geçerek giriyor Kudüs’e. 1917’de İngiliz
mandasına boyun eğen şehir, 1947’de 181 sayılı Birleşmiş Milletler
Paylaşım Planı’na göre Arap devletine bırakılıyor.
1948’de vuku bulan Arap-İsrail Savaşı’ndan sonra Mısır'a devrediliyor. Nüfusu
İsrail tarafından işgal edilen şehir, kasaba ve köylerden kaçıp gelenlerle
ciddi oranda artıyor. 1967’deki Altı Gün Savaşı’nda işgal
ordusunun Mısır birliklerini yenmesinden sonra, aynı adlı şeritle birlikte
Gazze’de de 27 yıl sürecek işgal döneminin başladığını biliyoruz. 1987’de
Birinci İntifada’yla sonuçlanan çatışmaların ardından hız kazanan ayaklanmalarda
ise direnişin odağı elbette.
Gerçekte
olduğu gibi, tarihin tekerini hızlı çevirelim biz de. 1993 yılında
imzalanan Oslo Antlaşması’ndan sonra
Mayıs 1994’te İsrail askerleri şehirden çekildi ve Gazze’nin idaresi Filistin
yönetimine devredildi. 28 Eylül’de Aksâ İntifadası’nın başlamasının
ardından Gazze, onlarca kez karadan, havadan ve denizden saldırıya maruz kaldı.
Dünya, hem işgalcinin şiddet ve vahşetini hem de yiğit kadınların, diz çökmeyen
adamların parmak ısırtan direnişini genellikle izlemekle yetiniyordu bu
süreçte.
3
Gazze’den söz
ederken İslâmi Direniş Hareketi Hamas’a ayrı bir parantez açmak gerekiyor
şüphesiz. Bu teşkilat, 1987 yılında Birinci İntifada’nın başlangıcında Şeyh
Ahmed Yasin, Abdülaziz Rantisî ve Muhammed Taha tarafından
bölgedeki Müslüman Kardeşlerin bünyesinde kuruldu.
1988 yılındaki
siyasi programında hareket, Filistin’in işgalciler tarafından etrafı
çevrilebilecek bir İslâm ülkesi olamayacağını söylüyor ve ülkenin kontrolünü
İsrail’den almak amacıyla ceht ve cihat etmeyi dini bir görev sayıyordu. Bu
tespit, kendisini 1988 yılında İsrail’i resmen tanıyan Filistin Kurtuluş
Örgütü’yle çatışma noktasına getirdi.
İslâmi direniş
etkisini sendikalara, üniversitelere, çarşılara, meslek örgütlerine ve 2004’te öne
çıkan yerel siyasi platforma yaymadan önce mescit vaazları ve hayır işleriyle
bağlılarının sayısını artırdı. Hayatın bütününü kuşatan farklı çalışmaların
yanında işgalcilere çok sayıda saldırı düzenleyen yapı, süreç içerisinde birçok
önderini de şehit verdi.
Hamas bünyesinde bir araya gelen direnişçi gruplar, askeri kanatlarına
İzzeddin el-Kassam Tugayları adını verdiler. Filistin’de zor şartlar altında
üretilen bir roket de onun adıyla anıldı. Osmanlı dönemi Suriye’sinde doğan, 1935’te
İngilizler tarafından şehit edilen Kassâm; âlim, zahit, şair ve teşkilatçı bir önder
olmasının yanında, Filistin’in bağımsız ve İslâmi bir idareye kavuşması için hem
fikri hem de fiili olarak harekete geçen ve ardından da bu mücadelesini silahlı
direnişe çeviren ilk eylemciydi.
Kendisini ulusal ve seküler anlayışlara da açan Fetih grubunun 2007’deki seçimlerin sonucunu kabullenmeyerek
Hamas’la giriştiği çatışmalar sonuç vermedi ve Gazze, İslâmi Cihat gibi başka
direniş cephelerinin de katkısıyla İslâmi direnişin kontrolüne geçti. Böylelikle
Filistin meselesinde şehrin rolü, tavrı ve istikameti ağır basmaya başladı. Bu
gelişme üzerine Gazze, İsrail tarafından ölümcül bir abluka altına alındı.
2008 yılının son günlerinde İsrail
birtakım bahaneler ileri sürerek geniş çaplı bir operasyon başlattı. “Dökme
Kurşun Harekâtı” da denen bu saldırılarda yüzlerce insan katledildi, binlerce
Gazzeli yaralandı. Her türlü yokluğa rağmen günlerce büyük bir direniş
sergileyen şehrin birçok mahallesi harabeye döndü.
Bir süre sonra önemli
etkileri, bölgesel ve hukuki boyutları olan bir gelişme yaşandı. İsrail, 2010’da Gazze’ye yardım götüren bir filoya saldırdı.
İHH İnsani Yardım Vakfı ve Özgür Gazze Hareketince organize edilen ve şehre insani yardım taşıyan altı gemiye Akdeniz’de, İsrail’den yaklaşık yüz elli kilometre uzaktaki uluslararası sularda alçakça bir saldırı gerçekleştirildi. Bu saldırı;
gemilerde bulunan aktivistlerden bir kısmının öldürülmesi, bir kısmının
yaralanması ve gemilerin de yolcularıyla birlikte rehin alınmasıyla sonuçlandı.
Türkiye ile İsrail ilişkileri donma aşamasına geldi. Sadece Müslümanlar
arasında değil, bütün dünyada geniş bir yankı uyandıran bu olayın ardından
Gazze’deki yokluk ve sıkıntılara dikkat çekmek amacıyla başka eylemler de yapıldı.
İsrail, 2014 yılı Temmuz’unda bu kez
şehri karadan, havadan, denizden kuşatarak yeni bir saldırı daha başlattı.
Halk, bu saldırılara da büyük bir metanetle direndi. Şehirde büyük bir katliam
yaşandı. Hastaneler, okullar, yardım kuruluşlarının binaları bile bombalandı. Sivillerin,
çocuk ve kadınların yanı sıra habercilerden de öldürülenler oldu. Bu saldırılar
ve akabindeki destansı direnişler, sadece Müslüman dünyada değil, dünyanın
birçok bölgesinde yankı buldu.
Kudüs ve Batı Şeria’daki yüzlerce
direnişçiyi hapse atan, kıyı şeridindeki balıkçıları ve sahilde oynayan
çocukları bile katletmekten imtina etmeyen İsrail; direniş hareketinin İmad
Akil, Yahya Ayyaş, Cemal Mansur, Cemal Selim, Salah Şehade, Şeyh İbrahim
Mukadime, İsmail Ebu Şenneb, Şeyh Ahmed Yasin, Abdülaziz Rantisî, Nizar Reyyan,
Said Siyam ve Ahmed Caberî gibi birçok önderini pusu ve suikastlarla şehit
etti. Gönüllü genç hemşire Rezzan Neccar’ın 2018’de katledilmesi de bütün
dünyada yürekleri burktu.
Gazze’den söz ederken sıra dışı hayatı
ve mücadelesinin yanı sıra “Zulüm bizdense ben bizden değilim.” sözüyle hafızalara
kazınan Rachel Corrie’yi de yâd etmek gerekiyor şüphesiz. 1979 doğumlu Rachel
Alien Corrie, son sınıfta okulunun tayiniyle
Refah-Olympia kardeş şehir projesi kapsamında
Gazze’ye gittiğinde İkinci
İntifada sürmekteydi. Burada Filistinlilerin evlerinin
yıkılmasına engel olmaya çalışan ISM aktivistleriyle tanıştı. Geleli daha iki ay bile olmamıştı ki 16
Mart 2003’te iki İsrail buldozerine karşı sekiz ISM aktivistinin üç saatlik
direnişi esnasında öldürüldü. Ölümü öncesinde üzerinde parlak, fosforlu,
turuncu bir yelek vardı ve megafon kullanıyordu. Katledildiği sırada
Filistin’deyken tanıştığı eczacı Samir Nasrallah’ın evini yıkmaya çalışan
İsrail buldozerine direniyordu. Buldozer tarafından iki kez çiğnenmesi sonucu
kafatası kırıldı, kaburgaları parçalandı ve akciğerleri delindi. Rachel, Filistin’deyken annesine yazdığı
mektuplarda şöyle diyordu: “Dünyada böyle bir zulmün kıyamet koparmadan
gerçekleştirilebileceğine inanamıyorum. Dünyanın böyle korkunç bir hâle
gelmesine göz yumuşumuza tanıklık etmek canımı yakıyor, geçmişte de yaktığı
gibi.”
Rachel Corrie’nin hatırasını yaşatan
bir mücadele var hâlâ. Onu ve eylemlerini, inançlarını, katledilmesini
hafızalardan, kayıtlardan, tarihten silmek isteyenler de var çünkü. Bunun
karşısındaysa onun övgüye değer ilkelerini, üstün cesaretini ve iç burkan
ölümünü içinde hissediyor birçok insan. Onun mücadelesini ve karakter
özelliklerini işleyen şiirler de yazıldı nitekim. Corrie’nin ölümünden
sonra onun Uluslararası Dayanışma Hareketi’nde görev yapan iki arkadaşı da aynı
kaderi paylaştı. Amerikalı Brian Avery ve İngiliz Thomas Hurndall, İsrail
askerleri tarafından başlarından vurularak öldürüldüler.
4
Kudüs ve Batı Şeria’daki zulümler,
mescit baskınları, ev ve arazi gaspları, çocuk ve kadın ölümleri sürerken bütün
dünya 7 Ekim sabahı, Hamas mücahitlerinin Gazze’den işgal altındaki Filistin
topraklarına yönelik Aksâ Tufanı adlı hurucuna tanıklık etti. Bu sıra
dışı kıyamın ardından murdar baltalı Kabillerin tarihte benzeri görülmemiş taarruzu
başladı. Bu saldırılar, tam bir soykırım girişimi şeklinde
hâlen sürüyor. İşgalcinin yanında dünya kamuoyunu da şaşkına çeviren ve
şimdiden bölge tarihi için bir dönüm noktası olduğu söylenen Aksâ Tufanı,
mücadelenin güç ve silahlardan önce sağlam irade ve adanmışlıkla yürütüldüğünü herkese
göstermiş oldu. Filistin halkının yavaş yavaş toplu bir ölüme mahkûm edildiği
Gazze’de, her türlü imkânsızlığa ve kuşatılmışlığa karşı direnişçilerin âdeta imkânsızı
başararak geliştirdikleri operasyon kabiliyeti, düşmanı dehşete düşürürken acı
sonuçlarına rağmen mazlumlara da ümit ve azim aşıladı. İşgalci, şımarık ve her
yönden arkalanmış Siyonistlerin yenilmez oldukları iddiasını yerle bir etti. Romalılar
ve Moğollar başta olmak üzere tarih boyunca zalimlerin en büyük silahı olan
üstünlük ve yenilmezlik imajı, güncel ve esaslı bir şamar yemiş oldu. Bunu
söylerken emperyal küresel sistemin sınırsız desteğine sahip Siyonist işgalcilerin
maddi yönden kuvvetli olduğu gerçeğini inkâr etmiyoruz şüphesiz; fakat böyle
görünmeleri onların asla yenilmeyecekleri anlamına da gelmiyor. Hep
söylediğimiz gibi Kadiri Mutlak olan sadece Allah’tır. Kassâm’ın aslanları da 7
Ekim seherinde gerçekleştirdikleri kapsamlı eylemle bu hakikati tüm dünyaya ilan
ettiler. Günümüz şartlarına aktarılmış bu sıra dışı ebabil hurucuyla, Filistin
halkının çağdaş Ebrehelerin işgaline asla boyun eğmeyeceğini vurguladılar. Bedelinin
ağır olacağını ve kendilerini upuzun bir acının beklediğini bilmelerine rağmen,
asla teslim olmayacaklarını bir kere daha haykırdılar.
Şu hususu tekrar hatırlayalım ki bir
asrı geride bırakan Filistin davası; basit bir toprak ihtilafı, coğrafi bir
çekişme değil. Bir iman, bir akide savaşı temelde. Bütün bir insanlık adına söz
alan, bütün mustazaflar için kurban veren bir çabalar bütünü aynı zamanda. O
yüzden yeryüzünün neresinde yaşıyor olursa olsun, erdemli herkesin vefa borcu
var oradaki güzellik ordusuna. Haklı ile haksız, kurban ile katil, masum ile
mücrim arasında denge politikası izleyenlere, tarafsızlık sakızı çiğneyenlere
tiksintiyle bakmakta mazuruz bu nedenle. Kahırlıyız, kederliyiz, mahzunuz evet
fakat zelil değiliz. Köle değiliz, korkak değiliz, doğduğumuza pişman değiliz.
Müstekbirlerin bizi aşağılarken söyledikleri gibi ezilmesi gereken böcekler
değiliz. Aşağılık, şaşkın ve başına gelene eyvallah etmesi gereken haysiyetsiz
yaratıklar değiliz. Evet, peş peşe gidiyor, akla hayale gelmez acılar
çeken kızlarımız. Gidiyor en yiğitlerimiz. Cesur çocuklarımız, fedakâr analarımız,
minnetsiz yiğitlerimiz aramızdan ayrılıyor. Gidiyor ışıktan heykellerimiz.
Hünerlilerimiz, öncülerimiz, kıymetlilerimiz gidiyor. Fakat biliyoruz ki onları
bağrında uyutmak için can atıyor bahçeler, sahiller, enkaz gülşenleri. Onların
direnişi asla karartmıyor sol mememizin altındaki cevheri. Aklımızın büsbütün zehirlenmesine,
evimizin boylu boyunca çökmesine, geleceğimizin tamamıyla kararmasına izin
vermiyor. Bütün tasmaları ve bukağıları kıran o kardeşlerimizin
yanında olacağız elbette, zalimlerin tam karşısında duracağız. İzzetle, sebatla
direnenlere elimizden geldiğince destek vereceğiz. “İslâm’ı kuşatmış boğuyorken
hüsran” mısraının resmettiği zorlu dönemlerde, haysiyet ve cesaretle küresel
istilacıların karşısına dikilen Müslüman ve mücahit atalarımızın cehdini
kuşanacağız. Kılıç Arslan’ın, Nureddin Zengi’nin, Selahaddin Eyyûbi’nin,
Rükneddin Baybars’ın, İzzeddin el-Kassâm’ın yolunda yürüyen bahadırlarla
kovacağız iblisleri topraklarımızdan. Bu noktada öncelikle
zihinlerimizin, kalplerimizin, dillerimizin işgalci tezviratla kirlenmemesi
için teyakkuzda olacağız. Doğru, Filistin’deki vahşet dayanılacak gibi değil,
zulüm bütün enstrümanlarıyla yeri göğü dalayıp duruyor. Evet, amansız bir işgal
ve hudutsuz bir kıyım söz konusu fakat akılların ve kalplerin üstündeki
perdeleri açan destansı bir direniş de geçiyor yeryüzünün kayıtlarına. İşte biz
de inancın ve inkılâbın ekmeği olan bu umudu büyütecek, bu esaslı kavganın
taşını sulayacağız. Allah günleri aramızda döndürecek ve elbette o
görkemli pankart yeniden çakılacak arzın alnına.
5
Bu yazının yazıldığı saatlerde
İsrail, ABD başta olmak üzere Batılı emperyalist vampirleri, hatta onlara uşaklık
etmeye seğirten daha küçük it ve tilkileri de yanına ve arkasına yığarak
Gazze’yi neredeyse bir tabutluğa dönüştürmüştü.
İnsanüstü bir gayret ve izzetle
“Asla teslim olmayacağız! Evimiz satılık değil!” diye haykıran şehrin elektrik ve suyu kesilmiş, gıda başta olmak üzere maddi
yardımların girişi yasaklanmıştı. Camilerin ardından hastaneleri de kana
bulayan işgalciler, çoğu kadın ve çocuk olmak üzere binlerce insanı katletmişti.
Çok sayıda gazetecinin ve yardım gönüllüsünün de öldüğü bu saldırılarda kiliseler
hedef alınarak şehirdeki çok sayıda Hristiyan da toprağa belenmişti. Sayısı
yirmi bine yaklaşan yaralının tedavisinde kullanılacak ilaç kalmamıştı,
ameliyatlar narkozsuz yapılıyordu.
Bu süreçte dünya da neredeyse
ikiye bölündü. Saflar yeniden düzüldü, herkes eteğindeki taşları dökmeye
başladı. Ardı arkası kesilmeyen protestolar eşliğinde yavaş yavaş küresel bir
intifadayı da hazırlayan bu süreçte baskı ve yaptırımlara rağmen
dünyanın birçok beldesinde işlerin tersine döndüğü görüldü. Emperyalistlerin
oyunları bozulmaya, sokaklar yeni bir öfke ve direnç mayalamaya başladı. Yasaklar,
coplar, gazlar, para cezaları, sınır dışı etme tehditleri ve tutuklamalar kâr
etmedi. Fıtratın ve vicdanın sesi, karanlığı ve alçaklığın vesvesesini epeyce bastırdı.
Büyük acılara rağmen direnişin öğretici, arındırıcı, fıtratın sesine kulak
veren vicdan sahiplerini birleştirici bir tarafının olduğu da meydana çıktı.
Bitirirken soralım: Gazze, sıkça söylendiği gibi
bir “açık hava hapishanesi” mi peki? Hayır, değil. Zindan değil. Yarı açık bir
cezaevi değil. Yılgınlar ve acizler evi değil. Suçlusu, mahkûmu yok. Islaha,
gardiyana, nasihate ihtiyacı yok. Elektriği, suyu, yemeği yok. Selam getiren
bir ziyaretçisi bile yok. Böyle bir yokluk ve kuşatılmışlık içinde başını dik
tutan bir direniş ocağı Gazze. Yutkunmadan, uzun uzun yakınmadan, kardeşlerine
sitem etmeyi bile düşünmeden şehit şehit ahirete yürüyen kahramanların yurdu. Ve
inşallah, cennetin en güzel köşelerinden biri var koltuğunun altında.
Kaynaklar
1.
Thomas Sommer-Houdeville,
Gazze Filosu / Uluslararası Dayanışma ve Devlet Korsanlığı, İletişim
Yayınları, İstanbul 2011.
2.
Youssef M. Choueiri,
Ortadoğu Tarihi, İstanbul 2015.
3.
Mehmet Akif Ersoy,
Tünel / Gazze’de Yaşamak, Kapı Yayınları, İstanbul 2017.
4.
Jean-Pierre Filiu,
Gazze Tarihi, Bilge Kültür Sanat, İstanbul 2016.
5.
Hamit Bozaslan, Ortadoğu’nun
Siyasal Sosyolojisi, İletişim Yayınları, İstanbul 2016.
6.
James L. Gelvın, Modern
Ortadoğu Tarihi 1453 – 2015, Timaş Yayınları, İstanbul 2016.
7.
Asım Öz, Haritada
Kan lekesi / Şiirimizde Filistin Direnişi, Pınar Yayınları, İstanbul 2009.
8.
Âdem Turan, Şairlerin
Gazze’si / Geride Kalanların Türküsü, İlke Yayıncılık, İstanbul 2009.
9.
Rıdvan Kaya, Ortadoğu
İntifadası / Despotizmin Sonbaharı, Ekin Yayınları, İstanbul 2012.
10.
Musa Üzer, Devrim
Sürecinde Ortadoğu, Ekin Yayınları, İstanbul 2012.
11.
Mustafa L. Bilge, Gazze,
TDVİA, C. 13, s. 534-536.
12.
Ali Emre, Işığı
Sönmeyen Çerağ: İzzeddin Kassâm, Temmuz 9, s. 52 – 55.
Ali Emre