Zeynep Merdan: Bize ait olanın bilgisi
Sende gördüğümü
görecekler diye ödüm kopuyor
Sende
benim gördüğümü
Özdemir
Asaf, başka herkesten saklamak, sakınmak istediği ve yalnız ona ait olan bir güzelliği
öylesine bilmişti ki zarif ve elemli bir kıskançlığa düşüvermişti içi: “Sende gördüğümü görecekler diye ödüm
kopuyor.” Başka bir zamandan, modern zaman ozanı Mabel Matiz ise “Göremezler canım, sende benim gördüğümü
göremezler” diyerek aynı frekansa yeni bir mısra ekledi sanki. Sende
benim gördüğümü göremezler diyenler ve diğerleri arasında gerçek bir yaşamak
farkı vardır çünkü. Bazıları göremez. Bu yaşlarına değin oldukları kişiyi
yıkamaz. Kendini yeniden inşa etme gücü ve cesaretine sahip olamaz. Hep
bildikleri o aşina yollarda fikirlerle, insanlarla, hislerle yürürler sadece.
Sende gördüğüm dediğimiz, o bize ait olanın bilgisini nerden bileceğiz peki? Bilebilecek
miyiz ya da? Deneyelim ol hâlde:
Sahip
mi, ait mi?
Yıl
1925. Heidegger, “M.” olarak imzaladığı mektubunda Hannah Arendt’e şöyle
demişti: “Gerçek birleşme, diğerinin
hayatına ait olmaktır. Size hiçbir zaman sahip olamayacağım. Fakat siz bundan
böyle hayatıma ait olacaksınız. Hayatım da sizinle beraber büyüyecek.” “Ait
hissettiği şeye sahip olma isteği” ve “meylettiği her şeye sahip olma hırsı”
arasında kocaman bir fark var: Ruhsal fark, asalet farkı: Ait olunmayan şeylere
sahip olmak için yanıp tutuşma yoksunluğu ve ait olunan şeylere sahip olma
gereksinimi duymama varlıklılığı. Sahip olmak ister benlik. “Benim olsun” der.
Gerçekten bize ait olan şeye sahip olmak hırsı duymayız oysa. Çünkü zaten bizimdir.
Çünkü bir şeye, bir yere, birine hakiki anlamda tesir etmişseniz sizin
olmuştur. Öylesine ait olmuştur ki ona sahip bile olmadan sizin olmuştur.
Her
ruha tesir eden ruh başka, zihin başka, kalp başka, ten başka. Karşılık
beklentimiz bir hırsızlık öncesini hatırlatıyor. Bize ait olmayan ama
istediğimiz şeylere olan meylimizi ıslah etmek zorundayız. Güzellik, onu zapt
edene değil, ona layık olana ait. Layık olmadıklarına talip olmak, ait
olduklarından uzaklaştırıyor insanı. Peki, bir şeye dair bana ait değil
şüpheniz varsa ve ona tesir eden başka bir öznenin o şeyi azar azar
sahiplenişine kayıtsız kalmanın adı nedir? Aslında bize hiç ait olmadığının farkın
varmış olmak mı?
Estetik
meşakkat
Herkes
tarafından sevilmeye, beğenilmeye alışmış ve ruhu ilgiyle beslenen insanlar;
özel, ayrıcalıklı, hususi bağlar kuramıyorlar. O kolektif ilgi, arzu, sevgi,
saygıya aç ve bağımlı hâle geliyor. Ve az ve öz kişiyle hususi bağ kuracak
estetik meşakkate erişemiyorlar. Çünkü estetik meşakkat doğru muhataba âşık bir
dikkat ister. Estetik meşakkat; yanlış kişilere seslenme ısrarı, inadı ve
saplantısı değildir.
Yanlış
anlaşılma kaygısı çoğu zaman yanlış kulaklara seslenme ısrarı yüzünden. Bu
anlaşılma eforuna değen çok daha güzel uğraşlar var yaşamda. Yanlış kulaklara
seslenme ısrarı, doğru muhatapları geciktirmekten başka bir şeye yaramıyor
üstelik. Nietzsche’nin “ben bu
kulaklara göre ağız değilim” siteminin anlam bulduğu yer burası. “Yanlış
kulaklara seslendim”, “Yanlış gözlere göründüm”, “Yanlış kalplere düştüm”, “Yanlış
ruhlara ayan oldum.” Yanlışa düşmek; yanlış insanlara da düşmek demek. Yanlış,
yazık ediyor her şeyi. Israrlı ve istikrarlı yanlış insanın kendine en tutkulu
yazık etme biçimi. Ne yazık. Kelimelerle ifadesi olamayan bir cevabın içte, en
derinde tutuşması ne hazin. Cevabın var ama görülmemiş, duyulmamış,
anlaşılmamış. Cevap vermişsin ama cevapsız sanılmışsın. Cevapsız sayılmışsın.
Sağırlar ülkesinde en güzel şiiri söylemiş gibi sanki.
İkamesiz
insan
Sosyal
medya aynı fabrikadan çıkma ilişki tüyoları vere vere makyaj videosu çeken
kadınlarla doldu. Tema şu: Birinin kalbi, zihni, ruhu üzerinde hâkimiyet
kurmak. Oysa kendiliğinden olmayan her etki sönmeye mahkûm. Hele de böyle
fabrikasyon, öğrenilmiş, yüzeysel, moda taktiklerle. Şiddetli değersizlik
hissini şatafatla saklayan bir kadın icat edildi. Adları, tenleri, saçları,
boy, kilo, beden ölçüleri değişiyor sadece. Hepsi aynı kişi sanki. Öylesine bir
tipiklik. Değersizlik hissi ile şatafatlı görünme arzusu arasında çok şiddetli
bir bağ var. “Ben lüks bir otomobilim beni herkes alamaz(!)” bu perspektifin
kadını getirdiği yer burası. Kadının ontolojik değerini harcar bu bakış. En
ucuz şekilde hem de. Kadınlar, alım gücüne göre fiyatlanan lüks otomobiller
değiller. Kadının kaşesi yok. İnsanın kaşesi olamaz.
Bazı
insanların ikamesi yoktur. Bazı insanlar, bazı bağlar, bazı şeyler ikame
edilemez. Muadilinin yerine konulamaz, benzeriyle telafi edilemez. Doğası
gereği biriciktir o. Onun yerine bir şey koymaya teşebbüs etmek dahi şirk
gibidir. İkamesiz o insanlar için aidiyet ve aidiyetin getirdiği sadakat bir
zorunluluk değil, içten ve kendiliğinden gelen bir his olur. Aidiyet, en
sarsılmaz his. Ruhen, kalben, zihnen, bedenen bir insana ait hissedince
didaktik, tehditkâr, vaiz gibi konuşan iç seslere, kıskançlık kavgalarına, saf
dışı bırakılan rakiplere, sadakat ödevlerine, yasaklara gerek kalmıyor... Çünkü
aidiyet, sadakatin tek muhafızı.
Kopuşun
ritmi
Birine
karşı ısrarlı bir “kırılmak arzusu”nda onunla “yakınlaşma özlemi” saklı sanki.
O kırılmak arzusunun da azar azar tükenişiyle gerçek kopuş başlar. Bir sabah,
bambaşka yeni bir mutluluğun, eski ve geçmez zannedilen bir acıyı bastırdığını
fark ettiği o ilk an insanın: Birini unuttuğunu fark etme eşiği.
Küçümseyişlerin en zarifi: “Seni unuttum. Unutmuşum...”
İnsanlar
da küfleniyor. Çürüyor. Yosun tutuyor. Ait olmadığı yerde, varlığını
tomurcuklandıran insanlarla olamayan her insan sönüyor. Çürüyen çiçekler gibi.
Küflenen besinler gibi... Ölüyor. Azar azar çürüdüğü hiçbir yerde, hiçbir
insanda ve hiçbir kalpte kalmamalı insan. Ümit, her tür bağın o son nefesi. Bir
şeyden, bir durumdan, bir insandan... Ümidi kestiğimizde o şeyle olan bağımız
da kesiliyor. İnsanları sevmeyi bıraktığımızda değil, onlardan ümit etmeyi
bıraktığımızda (değişmeleri, düzelmeleri, iyileşmeleri) bağ kopuyor bu yüzden.
Hemen her şeyin “inceldiği yerden kopma eşiği” var. Ya düğüm olur güçlenir ya
da sonsuza dek ayrılır. O şeyler aşamadaki şeyler için inceldiği yerden kopsun
bırakın.
İnsani
bağların kopuşunun da işaretleri var. “Bana neden kötü davranıyor?” diye
sorguladığımız o eşik, yanlış yerde, yanlış insanlarla olduğumuzun kanıtı. Kaba
tavırlar, azarlı bir ses tonu, ışıltısız gözler... Kötü davranış bir
sevgisizlik alarmı. Öfke, stres, hüzün, depresyon hiçbiri mazereti olamaz kötü
davranışın.
Bize
ait olan insan
“Eğer bir insandan nefret ediyorsan o’nun içinde
sana ait olan bir parçadan nefret ediyorsun demektir’’ diyor
Hermann Hesse. Bizden bir parça olan bazen nefretin bile ardına saklanır. Bazen
de bize ait olanı apaçık tanırız. Bize ait olanın yüzünü tanırız: Hür, asi ve
asil ruhuyla, kalbimizi teskin eden kalbiyle, karanlığımızı aydınlatan apaydın
zihniyle, ışıltılı bakışıyla, duru çehresiyle, zarif silüetiyle, dingin, güçlü,
bilge aurasıyla. Ya da yaşadığımızı gören rüyasıyla, bazen bir kazaktan, bir
geyik nakşından ve belki de bir kartalı resmeden ellerinden.
Bize
ait olanın sahiplenilmezliği de vardır bazen. Sevmek Zamanı filminde kahramanımız “Resmin sen değilsin ki. Resmin benim dünyama ait bir şey” der. Çünkü
maşuk da âşığa değil, aşk’a ait. Âşık etme hırsı, etkileme taktikleri, güç
savaşına dönmüş egosantrik mücadeleler... Bunların arasında gerçek bir aşk
filizlenebilir mi? Aşkın da ahlâkı yok mudur? Manolya Gürocak, romanı Sağanak’ta aşkın hararetli kalbini böyle
teskin etmişti: “Beni kıskandırmak
için hiçbir oyuna başvurmuyor ve benim dışımdaki insanlara minimum ilgiyle
cevap veriyor. Üstelik ben böyle bir şey talep etmediğim hâlde. İçinde
kendiliğinden uyanan bir empatiyle hâlimden anlıyor. Böyle soylu davrandığı
için sevgim katlandıkça katlanıyor ve içimden taşacak zannediyorum.” Aşkın
itimadı, bir bebeğin annesinin memesini emişindeki o emniyet duygusuna
benziyor. Aşkın tanımı tam da burada saklı: Seni yok etme kudreti taşıyan ama
bunu asla yapmayacak olan o tek ve ikamesiz olan kişiyle yüksek, estetik ve
derin bir frekansta var olma hazzı duymak.
Bize
ait olanı bilmenin bilgisi
Bir
şeyin en iyisini, en güzelini, en doğrusunu, en görkemlisini, en faydalısını,
en hayırlısını, en eşsizini ve en en olanını... Vs. seçmekten evla bir bilgi
var: “Bize ait olanı seçebilmenin bilgisi.” Bize ait olanı seçmeyi bilmenin
bilgisi. Kendine dair bilmeklerin en âlâsı. Ne istediğini bilen insan eminliği diye
bir şey var. Ve ne aradığını dahi bilmeyişin o şaşkın, heveskâr telaşı. Tıpkı
bir mağazaya girince alacağı şeyi dahi bilemeden gözleri her şeye koşturan
kararsızlık karşısında görür görmez bu “bu bana ait” dedirten ve alan eminlik.
Ancak
bize ait olan, eksik bırakabilir bizi. Ancak o şey bizi paramparça edebilir.
Bütünlüğümüz ancak böyle bozulabilir. Sahte olan, boşluk hissi verir. Eksiklik
yanılsamasıdır bu. Uçucudur, geçicidir. Sahte boşluklar her şekilde dolarken
aidiyet doldurulamaz bu yüzden. Bir şey size aitse onu istemek lüzumsuzdur.
Değilse size ait olmayan şeyde ısrar etmek gurursuzluktur. Tam bu kavşakta
şöyle demeli: “Bana ait olmayan hiçbir şeyi istemiyorum. Bana ait olmayan
başarıyı, gücü, malı, mülkü, aşkı, insanı istemiyorum. Bana ait olmayan Güneş’i
bile istemiyorum.” Yalnız kendine ait olanı istemeyi bilmek diye kendini bilmek
görgüsü var. Üstelik her türden hüzne, kedere ve kıskançlığa şifa. Size aitse
ve mahrumsanız size düşen güzel bir sabır ya da gayrettir. Dilenciliğin saygın
tek bir sebebi yok.
Bize
ait olan uzağın hüznü
Bazen
hiç kimseyle konuşmak istememek; tek kişiyle konuşmayı çok istemek yüzünden. Bu
dünyadan gitmek istemek; bu dünyada olmayan, bu dünyadan olmayan bir yere ait
hissetmek yüzünden. Kendine yaklaşınca dünyadan uzak düşüyorsa insan ona ait olan
ne kadar uzaktadır? Bilinmez… Bazı insanlar, onlar bu dünyaya ait değiller.
Onlar bu dünyanın mültecileri. Onlar, “bize ait olan uzağın hüznü”yle baş
edemeyenler; göç etmek isterler bu yüzden dünyadan. Ve bu yüzden müntehir olurlar.
Rutinin
o kıyıcı rotasında yaptığımız, yapmak zorunda kaldığımız şeyler, iletişim
kurmak zorunda olduğumuz insanlar... Tüm bu zorundalıklar zorbalığında,
ruhumuzun teskin olduğu kendine ait odasında “Bize ait olan, ne kadar uzakta?” Göç
yalnızca mekâna has değil. Zihne, ruha, kalbe, bağlara da has. İnsan bazen bir
bilinç düzeyinden, bir ruh hâlinden de göçmek istiyor. Ait olduğu yere, ait
olduğu yere. İsmet Özel’in o sırlı mısraı “Bize ait olan ne kadar uzakta?”nın peşinde gitmek arzusuyla
tutuştuğu yeri ait olduğu yer sanıyor insan. Oysa kaçtığımız, gittiğimiz değil;
kalmak istediğimiz yer, ait olduğumuz yer. Sebepsiz durgunluk çoğu kez sessiz
bir huzursuzluğu saklıyor. İç, zihni bulandırarak ait hissetmediği yerde
olduğunu hatırlatıyor. Düşün ve bul, “huzursuz ol, hareket et ve ait olduğun
yere git” diyor.
Bize
ait olandan uzak düşmek, hüzün verir insana. Oysa kaybetme hüznü, bize ait
şeyler için anlamlıdır. Bir şey bize ait olsaydı bizimle olurdu. Bizimle
olmayan, bize ait değildir. Ancak kendisine ait olan şey eksik bırakabilir
insanı çünkü. “Bize ait olan ne kadar uzakta hüznünü” gideriyor İbn’ül Arabî: “Sana ait olan seni talep eder, sen yorulma.
Onu sen ararsan yorulursun ve o sana sahip olur.” Bırak aradığın da seni
arasın. Bırak aradığın da seni bulsun. Bulunmamaktan bitap düştüysen arama,
yorulma da artık.
Seçme
kudreti
İnsan
en çok seçtiği şeye ait. Neyi seçiyorsan o’sun. Şartlar, zorluklar, engeller,
mukayeseler, seçenekler, kararsızlıklar... Birini tanımanın en kısa yolu
seçtiği şeylere bakmak. İnsanı en çok seçtikleri ifşa ediyor. Seçemeyişi ve
seçmek zorunda kaldığı şeyler bile. O hâlde:
Sana
ait olanı bil.
Sana
ait olanı bul.
Ve
sana ait olanı seçme cesareti göster.
Zeynep Merdan