logo
Zeki Bulduk: Seferberlikten dönüşün acısı

Zeki Bulduk: Seferberlikten dönüşün acısı

“Allah afetinden saklasın!”

“Evin barkın yıkılsın!”

“Ocağın sönsün!”

“Ellerinle göresin!”

Hatay’da, Vali Göbeği’nde ellerimle gördüm ocağı sönenleri. Evi barkı yıkılanları. Afeti… Bir köpeği sevdim. Devlete söven, akrabalarını depremde kaybetmiş bir depremzedenin karşısında boynumu büktüm. Ailesinin nerede olduğunu bilmeyen bir çocukla Antakya İtfaiyesi’nin yıkık dökük bahçesinde, bir ateşin başında dört saat oturdum, sessizce. Muhalefet lideri ve belediye başkanları geldi itfaiyeye. “Devlet, hükümet, AFAD” dediler. Suçluyu bulup şehrin içine girmeden gittiler. Antakya Belediye Başkanı orada kalakaldı. Yirmili yaşlarında bir genç geldi. Yanında iki baret vardı. Ankara’dan motoruna atladığı gibi gelmiş. Yedi, sekiz enkaza girmiş. İflahı kesilmiş. “Ağabey, dermanım kalmadı. Eğer az daha gücüm olaydı, daha fazla yere girerdim.” dedi. Her girdiği yerden çekip çıkarmış sesi gelenleri. Baretlerinden birini bana verdi. Geceydi. İnsanlar önümüze çıkıp yarı yıkılmış binaları gösteriyorlardı. “Buraya gelin, burada biri var. Burada biri var!”

Bir Şehre Gidememek isimli bir kitabı vardır Mario Levi’nin. İçlidir. İnsana ve aşka dairdir. Kitabın ismi depremle ilgili ilk haberi aldığımda içimi dağladı. Bir şehre değil, on şehre birden gitmek istiyordum. Kendimi ona bölüp, on şehirde de enkazları insanların üzerinden kaldırıp hiç o şehirlere gitmemiş gibi birden kaybolmak istiyordum.

-Yazamıyorum. Her gördüğüm, her konuştuğum, her dinlediğim, her yürüdüğüm, her dokunduğum beni susturuyor. Yazamıyorum. Cesur değilim. Cenazesinin başındayken gelen yardım telefonlarına koşup cenazesini oradaki insanlara emanet eden, koca yürekli, dağ gibi adamlar kadar cesur değilim. Yazamıyorum.-

Bizi Antep’ten Hatay’a getiren araç nerede duracak, ne yapacak, kimlerle birlikte olacaktık… Hiçbirini bilmiyorduk. Sadece Hatay’a gideceğimizi biliyorduk. Hatay’da olmamız gerektiğini biliyorduk. Hatay’da derin bir bıçak izi var zannediyorduk, oysa Hatay delik deşik olmuş bir dost gibi yatıyordu önümüzde. O yaralara birer birer canımızı bastıracaktık. Yetemiyorduk. Şoför bizi şehrin ortasına kadar götürdü. Yalan zannettik. Rüya zannettik. Dev bir film sahnesi zannettim. Birazdan yönetmen “Kestik” diyecekti ve binalar, insanlar yıkıldıkları yerden kalkacaklardı. Kalkmadılar. Ama yaralılar, ayakta olanlar, canını dışarı atabilmiş olanlar gelip “Haydi,” dediler. “Haydi, gelin, şu binalardan sesler geliyor!”

Ağlama yâr beni!

Bina yıkılmış da altında ben kalmışım gibi. Hayır! Altında en sevdiğim insanlar kalmış gibi. Hayır! Bina göçmüş ve altında o kalmıştı. O, adını bilmediğim niceleri kalmıştı. Upuzun yatıyordu önümde.

Enkazdan çıkaramadığım bir delikanlının vebaliyle düştüm yollara. Boynuma bir borç, bir kement gibi asıldı çocuk. Ne yana döndümse onu gördüm. Upuzun yatıyordu duvarın altında. Dört saat uğraştım. Ama başaramadım. Daha bir ay önce Kıbrıs’tan gelmiş. Futbol oynuyormuş. Çocuğu Antakya’ya getirmişler. Kaderine gelmiş. Ölümüne gelmiş. On yedi yaşındaydı. Upuzun saçları vardı. Uzun boyluydu. Ben, Antakya’da bir duvarın altında kaldım o çocukla.

Kırıkhan’a gittim. Kimseye yardım edemedim. Elim kolum bağlıydı. Bir öğle vaktine kadar bekledim. Sonra toplanma merkezine geldim. Oradan bizi aldılar, Antep’e gönderdiler. Üç delikanlı tanıdım otobüste. Hepsi de Antakya’da o duvarın altında kalan Mehmet yaşlarındaydı. Kulaklarında küpeler, boyunlarında dövmeler, aslan gibi çocuklardı. Pek sevdim onları. Kendi gayretleriyle İstanbul’dan Hatay’a can kurtarmaya gelmişler. Kendimden utandım. “Şu çocuklar kadar olamıyorsun.” dedim kendime. Geri dönmek için içimde ordular yürüyüşe geçti. Ama otobüsün kapısından aşağı inemedim. Nasıl oldu bilmiyorum, kendimi İstanbul uçağında buldum. Ama bıraksalar beni Antakya’ya, Mehmet’in yattığı o apartman enkazına koşa koşa gidecektim.


İstanbul’da bir gün ya durdum ya duramadım, geri dönmek için deli gibi koşturmaya başladım. Şehir üstüme üstüme geliyordu. Çıkmam gerekiyordu buradan. Bildiğim vakıfları, dernekleri aradım. Bir arkadaşım İHH Vakıf Sorumlusu olarak Maraş’a gidiyordu. Başka bir arkadaşım Yetim Vakfı Sorumlusu olarak Adıyaman’a gidiyordu. “Yeter ki sen şehre gel.” diyordu ikisi de. Tırlar kalkıyordu şehirden, uçaklar, otobüsler… Ama ben hiçbirine binemiyordum. Sabah Cem ağabey aradı. “Kırk dakikada havalimanına gelirsen seni Adıyaman’a göndeririz.” dedi. Yirmi yedi dakika sonra havalimanına vardım. Depremzede bir aileyi getirmek için Adıyaman’a bir jet kalkıyordu. Tek yolcusu bendim. İsteğim olmuştu. Bir buçuk saat sonra Adıyaman Havalimanı’ndaydım. Havalimanı ana baba günüydü. Samsun’a, İstanbul’a ve başka şehirlere uçaklar kalkıyordu, insanlar göçmüş evlerini bırakıp başka yurtlara gidiyorlardı.


Çok eski bir arkadaşım geldi ve beni oradan aldı. Şehrin kenarından geçtik. Antakya kadar olmasa da büyük bir yıkım vardı. Arkadaşlarım bir fabrikayı lojistik merkezine çevirmiş ve yardımları organize ediyorlardı. Farklı şehirlerden gelen gönüllüler kendi araçlarıyla tespit edilen ailelere yardımları götürüyorlardı. İHH, Yetim Vakfı ve Sadakataşı Derneği’nin organizasyonu bu fabrikadan yapılıyordu. Adıyaman’ın kenar mahallelerine, yüksek dağ köylerine, karlı yollardan geçerek ilçelerine buradan dağıtım yapılıyordu. Türkiye’nin farklı şehirlerinden ardı ardına tırlar geliyor; kiminden su, kiminden ekmek, kiminden battaniye, kiminden gıda, kiminden dua kolileri boşaltılıyor, insanlara taksim ediliyordu.


Aracıyla gelip yardımları insanlara ulaştırmaya çalışan nicelerinin fabrikadan bir bardak çay içmediğini gördüm. Bir kısmı kendi araçlarında yattılar. Gönderilen yardımlardan bir çekirdek dahi almadan, günlerce savaştaymış gibi sadece sefer yaptılar. Bir seferberlikteydik. Evet, bir seferberlikteydik. Güneydoğu Anadolu bombalanmış gibiydi. Şehirler kanıyor, insanlar kanıyor, binalar kanıyor; bizim ciğerimiz yanıyordu. Ağlamadan, evet dillerimiz dolaşmadan işimizi yapıyorduk. Kızan, bağıran, küfreden, dua eden, dert eden, ağlayan, gülen... En çok da bizi teselli eden afetzedeler gördüm. Metin, dirayetli, metanetini korumuş nicelerini gördüm. Daha cenazesini kaldırmadan başka insanlar için yollara düşen nicelerini gördüm.

Enkaza girdim yine. “Ola ki” dedim “Mehmet’i kurtaramadım, o duvarın altından çıkaramadım; belki Allah nasip eder, bir cana vesile olurum.” ve Adıyaman Valiliği’nin arkasındaki enkazlara daldım. Sanki enkazın ortasına oturup kalmıştı... Yığılıp kalmıştı... Öylece duruyordu. Kurtarma ekibinin mecali kalmamıştı. Koskoca apartman enkazından geriye bir tek o kalmıştı. Belki de gitmek istemiyordu. Yirmi beş yılını orada bırakmış bir delikanlının sessiz vücudunu aldık, akrabalarına bıraktık. Sonra yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm. Vilayetin önünde aşevi çadırları vardı. Bir adam bana bir tas çorba uzattı. Sıcaktı. Ellerim buz kesmişti. Adıyaman soğuktu. İçtim. Bir kenara çekildim. İnsan trafiğini, araç trafiğini, hepsini bir kenara bıraktım, varıp Kızılay’ın yardım çadırlarının etrafındaki kolileri, çöpleri, dağınık elbiseleri toparladım. Yoldan iş makineleri geçiyordu. Her biri bir enkazın başına gidecekti. Antakya’da doğru dürüst yol bile kalmamıştı. Yoldan otobüsler geçiyordu, insanları başka şehirlere ücretsiz götürüyorlardı. Bir tabela gördüm, tabelada klinik işareti vardı ama işaret ettiği yerde bir enkaz vardı. Kendime dedim ki “Sakın fotoğraf çekme! Sakın fotoğraf çekme! Bu acının resmini çekme! Hakkın yok böyle bir şeye!”

Adıyaman’ı bir baştan bir başa yürüdüm. Dizimde derman kalmadı, ilk kez otostop çektim. Bir taksi durdu. Birbirimize “Geçmiş olsun.” dedik. Antepli bir delikanlıydı. Cenaze için gelmiş ve geri dönüyordu. “Gideceğin yere kadar götüreceğim.” dedi. “Olmaz.” dedim. “Senin yolun var, senin derdin var, senin cenazen var.” diyemedim, demedim. Vakfın deposuna vardım. Sessizce yarım bıraktığım işi yapmaya devam ettim. Çay demledim, temizlik yaptım, tırlardan koli indirdim, etraftaki çöpleri topladım. Uykuyu ya da açlığı hissetmedim. Ayaklarım ağrırdı benim, nedense hiç ağrımadı saatlerce ayakta durduğum hâlde. Biliyor musunuz, sanki Ramazandı, hiç açlık hissetmedim. Hiçbirimiz hangi günde olduğumuzu bilmiyorduk. Ayın kaçıydı, saat kaçtı, bilmiyorduk. Birbirimize sorduğumuzda telefonlarımıza bakıyorduk. Ancak oradan biliyorduk günü, saati, tarihi. Tarih hep 6 Şubat’tı, saat hep 04.17 idi.

Bir gece Mezar-ı Şerif’ten bir çocuk geldi. Aynı sofraya oturduk. “Beşir Ahmet’im ben hocam.” dedi. Başka bir gün Ömer Karaoğlu ve Ammar Acaroğlu geldiler. Dokunaklı ezgiler okudular. Gönüllülere moral verdiler. Sonra Yusuf Kaplan geldi. Coşkulu diliyle gönüllüleri takdir ve teşvik etti. Bir gece yarısı Mısırlı Muhammed, Bangladeşli Saad, Faslı Emin, Doğu Türkistanlı Ali geldiler. Sabah ezanına kadar tırlarla gelen yardımları boşalttılar. Bir gece ansızın Bülent Tokgöz geldi. Gece bir yarı şehre indik. Enkaz başında bekleyen bir delikanlı, “Gelin ağabey, üşümüşsünüz.” dedi. “Geçmiş olsun, enkaz sizin mi?” dedim. “Evet ağabey. Aile apartmanımızdı.” dedi. “Beklediğiniz var sanırım,” dedim utana sıkıla. “Evet ağabey,” dedi. “İki mevtamız daha var, onlar da çıkınca yirmi sekiz olacak.” Dilim tutuldu. Bizden daha metindi. Onca akrabası ölmüştü ama bizim üşümemizi dert ediyordu. Utandım.

Dostum, büyüğüm, rahmetli Hüseyin Ayçiçek’in eşi, Gülendam abla geldi. Günlerce depoda yardımları ayırt etti. Kadınlara ve çocuklara verilecek malzemeleri düzenledi. Türkiye Off Road şampiyonları bizimleydiler. “Ağabey bizi ancak helikopterlerin gidebileceği köylere yönlendirin, oralara biz yardım götürelim.” dediler. Bir gece onlarla yola çıktım. Geçtiğimiz yolu heyelan vurmuş, koca koca kayalar yola yuvarlanmıştı. Çocuklar o yollardan öyle bir geçtiler ki ölsem o yolda bir santim ilerleyemezdim. Pahalı bir araba markasının distribütörü olan Borusan, beş tane en pahalı arazi aracını bölgeye göndermişti. O araçların sırf yardım için gönderildiklerini gördüğümde ağlayasım geldi. İnsan pahalı bir Jeep’i görünce ağlar mı, ağlarmış meğer.

Kaç gün sürdü bilmiyorum ama ben bir insana dokunduğumda Allah da bana dokunuyormuş gibi hissettim Adıyaman’da. Bir gün Maraş’ta, bir gün Malatya’da, iki gün de adını her duyduğumda boğazım düğümlenen Antakya’da. Oradan döndüğümde cennetten kovulmuş gibi, Medine’den dönmüş gibi, bir rüyadan zorla uyandırılmış gibi hissettim. En çok da “normal hayata” dönmem gücüme gitti. Trafik, AVM’ler, yürümeler, koşturmalar, bankalar, yazılar, spor, aşk, hırs, para (bu arada deprem gören şehirlerde para geçmiyordu)… her neye hayat diyorsanız işte, deprem görmüş insanların yurdundan unutma ve rutinin olduğu dünyaya gelmekle sanki oradaki insanlara ihanet ediyormuşum gibi… Ve oradaki insanları yalnız bıraktığım hissi boğacak beni.


Fotoğraf: Havva Akçay

Zeki Bulduk