logo
Sahiplenilmiş Bir Anlam Olarak Sanat

Sahiplenilmiş Bir Anlam Olarak Sanat

Sanatın neresinden tutarsak bize elini verir ya da elini vermesi için sanata nereden uzanmamız gerekir?

İnsan üzerindeki dönüştürücü etkisi müzelerle, galerilerle sınırlandırılmış sanatı insanın bilincinde çoğaltmak ve bu çoğalan bilinci ayırt etmeksizin dağıtmak mümkün mü?

Peki, insanı ve anlamını aşağı çeken ve hayata karşı anlam daralmasına sebep olan bir ‘eser’ sanat mıdır?

Burada tam da böylesine ayrıştırıcı bir soru sormamın nedeni Adel Abdesemed’in başına çekiçle vurularak öldürülmüş bir keçiyi kamerasıyla kayda almış olması. Bu kayıt bir sanat eseri ve farkındalık olarak kabul görmüş ve San Francisco Art Institute’de de sergilenmiştir maalesef ki!

Kayda almasının ve sergilenmesinin kendince ve çevresince kabul görmüş masum bir nedeni de var elbette. Irkçılığın kötülüğüne vurgu yapmak, isteği!

Birilerinin çıkıp bu ‘esere’ sanat demesi, elbette ki bunun sanat olduğunu kanıtlamaz ve kesinleştirmez.

Bu ‘sanat eserini’ sorgulamak için önemli nedenlerimiz var ve olmalı da. Mesela; bir kötülüğe vurgu yapmak, o kötülüğün altını çizmek için başka bir vahşete sebep olmanın bizde oluşturacağı insani ve vicdani duruş gibi…

Bilindiği üzere ‘sanat’ bir bilinç oluşturma şekli ve aracıdır. Sanatın çok yönlü olması onu, zihin ve ruh dünyalarımızda da genişletir ve böylece ruhumuzda serbestçe dolaşıma geçmesine fırsat sunar.

Bu açıdan baktığımızda da fıtrat olarak maruz kaldığımız her ontolojik durum için bir algı oluşturduğumuzu görürüz. Eğer bu oluşan algı bilincimizde ontolojik bir yükselmeye sebep oluyorsa o zaman kendi dar alanlarımızdan kurtulup genişleyebilir ve bunu yaşam alanımızın ötesine de taşıyabiliriz. Kendi netliğimize yaklaştıkça dışımızda bıraktığımız ve bizi insan olmanın ötesine çıkarantüm yıkıcı unsurları da böylece bu netliğin dışına itebiliriz. Evet, sanat bunu yapar ve sanat bunu yaptığı için zaten çok güçlüdür. Fakat sanat denen eser insan olmanın sunduğu imkânları elimizden alıyorsa burada durup düşünmeli değil miyiz?

Yukarıda bahsettiğim kafasına çekiçle vurularak öldürülen keçiyi tam da burada karşımıza alıp niyet ve sonuç ilişkisini irdelemek gerekli. Mesela; sanat eseri olarak galeride sergilenen bu ‘eserin’ çekilme amacı belli olmasaydı (ihtimal zaten serginin adı ‘ırkçılık’ üzerinden belirlenmiştir) o zaman da bu ‘esere’ bakan insanlar baktıkları ‘eserde’ ırkçılığı ve ırkçılığın yıkıcılığını sahiden görüp algılayabilecekler miydi acaba?

Gördükleri eserde ‘başına çekiçle vurularak öldürülmüş keçi’ nasıl bir olumlamayla ırkçılığın kötülüğüne işaret edecek? Hayvan hakları savunucularının “bir vahşet” demesinin ötesinde bir mesajla verilen okuma aslında çok basit. Ortada haksızlık varsa ve bu haksızlığa susarsan “günah keçisi” imgesinin hem nedeni hem de sonucu olursun. Böyle olmamak için de her zaman bir “günah keçisi” bulmalısın. Ya da başka herhangi bir sonuç. Bunlar benim anladığım. Bana dayatılan anlamın çok ötesinde kolayca ve tembelce bulduğum sonuçlar. Ve ben ne yaparsam yapayım sanatçının vermek istediği anlama eğer kendisi eserin anlamına işaret etmezse ulaşamıyorum. Sanat evrensel bir dilse ya eser bu dili bilmiyor ya da sanat olarak gösterilen eserin dili insanı ve bilinci tanımıyor. Ben bu uzak mesafeden soruyorum; sahiden o masum hayvanı bu mesajı vermek için böylesine hunharca öldürmek sanat mıdır? Sanat, sorgulanması yasak tanrısal bir öğreti midir ki; niye, nasıl, neden diye sorulduğunda bir yafta içerisine hapsediliyor sorgulayan.

Sanat, insanı kendi anlamından uzaklaştırmayıp doğası dışında bir yıkıma çağırmıyorsa, ancak sanattır. Bunun tersi bir anlam olarak insanı üretkenliğinden dışlayıp, tükenmeyi, yok oluşu ve çaresizliği salık veriyorsa, sanat yine de sanat mıdır?

 

Sanatta Bir Estetik Olarak İnanmak

Estetik, güzel olanın genel görmüş bilgisidir. Estetiği sadece sanatla sınırlayan bir bilgi (insan yapımı bir eser ile) kendi doğasında olan estetiği ve güzelliği görmekten mahrum edilmiş sayılmaz mı?

Tarkovski, “Doğu daima ebedi hakikate daha yakın olandır. Ama Batı ‘bana bak, beni dinle, ben aşk kadar acıyı da anlarım’ der. Doğu kendi hakkında konuşmaz. Kendini tanrı ve doğa içinde yitirir, kendini onlarda yeniden keşfetmek için” der Mühürlenmiş Zaman’da. Bu söyleyiş ve felsefe, onu tanrısı olmayan sanata inanmayışının kanıtı olarak kabul görür.

Nedeni basittir, sanatı profan olarak algılamak ve bu algıda ilerlemek “asıl” olana ulaşmaya engeldir. Eğer sanat yapan sanatçının ilerlediği yol bir ön izlek olarak gerçek sanatçıyla kesişmiyorsa, sanatçı aradığı huzur, safiyet ve uzlaşıcı tavra neyle nasıl ulaşır? Buraya ulaşamayan bir sanatçı için kendi içinde oluşacak tarifsiz yok olma ve hiç olma hali onu korkak, kaygılı ve çaresiz bir bilince itecektir.

19. ve 20. yüzyılda insanın kendisine yabancılaşması olarak yorumlanan modernite, insanı kör bir kuyunun içine iteleyip onu orada terk etmekten öteye gidememiştir. Bunu o dönemdeki birçok yapıtta da görmemiz mümkün.

Plath, Faulkner, Kafka, Joyse, Bachmann, Woolf vs. kendine yabancılaşma, bir hiçliğe düşme ve bu hiçlik içerisindeki umutsuzluğun onları çağırdıkları uçurumdan seslenmişlerdir bize. Burada yanlış anlaşılmasın lütfen, bu bahsettiğim eser ve eser sahiplerinin edebi üstünlüğüne laf etmenin çok gerisinde bir niyet ve amaç var. Burada varmak istediğim sonuç ultramodern veya postmodern denen çağın insana dayattığı parçalanmışlık duygusu ve bu duygunun sanatçıyı çağırdığı uçurum. Bu çağrılışın neticesi olarak da sanatçıyı kendi çaresizliğiyle baş başa bırakması ve ardına bakmadan devasa kibriyle çekip gitmesi... Ve şu da bilinen bir gerçektir ki, kibir her zaman şiddet ve vahşeti ardında sürüklemiştir. İnsanı fıtratı dışına çıkarmayı vadeden bir sanatın vardığı sonuç elbette ki çaresizliğin ta kendisi olacaktır.

Parçalanmışlık hissini ve kibrini kendi içerisinde sindirmeyi başarabilmiş bir sanat mümkünken, bunun kabulüne engel olan sanatın anlamına yüklediğimiz aşırı niyet mi?

Burada kendimize dürüstçe sormamız gereken bir soru; böyle bir sanatın evrensel kabulü için kaç günah keçisinin daha kayda alınması gerek?

 

Ayşe Çelikkaya