Mehmet Narlı: Yenilik paradigması mı, özgünlük ilkesi mi?
Değişmesi zor, neredeyse imkânsız
olan yenilik paradigmasına sataşmanın faydası yok, diye düşünülebilir.
Keşiflerin, icatların, yöntemlerin, bilimlerin ve sanatların farklılaşarak ve zımnen
ilerleyerek varlıklarını sürdürebilmeleri için bitmez tükenmez yenilik
kaynağına ağzını dayadıkları ortada. Ekonominin, siyasetin, sanatın bütün
birimlerinde, türlerinde, biçimlerinde yenilik iddiasının bulunmaması teorik
olarak bile mümkün görülmemektedir. Yenilik yaşamaya devam etmek; yenilenmemek
ölüm demektir. İnsanlar, nesneler, olaylar, düşünceler hakkında söylediğimiz,
duyduğumuz hükümlerin doğruluğu, yanlışlığı, eksikliği her zaman tartışmalı
olabilir ama yenilik tartışmasız kabuldür. Yani yenilik paradigmasına karşı olmak
gerçekten abesle iştigaldir. “Aslında yenilikten ne anlıyoruz, yeni olan nedir,
yenilik zorunluluk mudur?” gibi konuşabilme imkânları aramanın mugalata yapmak
olarak algılanacağı da ortada. Öyleyse yukarıdaki başlığı atmanın ne anlamı
var?
Lafı dolaştırıp da
retoriğe batmayayım. Yenilik paradigmasının baskısından birazcık
kurtulabilirsem edebiyat ve yenilik bağlamında bazı şeyler söylemek istiyorum.
Her paradigmanın insanın bakış açısını, görme biçimini koşullandırdığını
söyleyebilirim mesela. Koşullanma; olanın, olmaya devam edenin, devam edenin
kendi içindeki farklılığının, şimdikinin, öncekinin nesi olduğunun boyutlarını
görmemizi zora sokabilir. Yenilenme paradigmasının yetersiz
izlerleri/nesneleri, yeniliğin öznelerinden daha şedit/gürültücü olabilirler ve
yenilikçi sistematiğin uygulayıcı aktörleri olurlarsa bilgisel/öğrenimsel
süreci grileştirebilir, hatta karartabilirler.
Mesela özellikle örgün
edebiyat öğretiminde “Yeni Türk Edebiyatı” adını verdiğimiz ve genellikle
Tanzimat süreciyle başladığını kabul ettiğimiz edebiyatımızın en önemli
niteliğinin “yeni” olduğunu isimlendirmede belirtmişiz. Edebiyatımızın
yeniliğini sağlayan oluşların, değişmelerin ne olduğu örgün eğitimde kaynak
olarak kullanılan yığınla kitapta belirtilir: Önce şiirin içeriği değişmiştir,
sonra nazım biçimleri değişmiştir, sonra yeni türler gelmiştir vs. Temel kaynak
ise Batı’dır. (Batı denilen de esas itibari ile Fransa’dır.) Dolayısıyla
1850’den sonra ürettiğimiz edebiyata eskilik-yenilik
ekseninde oldukça erken yerleşen koşullu bir bakıştan söz etmem gerekir.
Meşrutiyet ve Cumhuriyet yıllarında yeni Türk edebiyatı tarihini yazanlar, on
dokuzuncu yüzyılı, Osmanlı edebiyatının değişme, yenilenme ve Batılılaşma
süreci olarak kaydettiler ve Osmanlı ediplerinin/şairlerinin önemli bir
çoğunluğunun dil, biçim ve anlam bakımından bu yenilenme ve değişmeyi
istediğini özellikle vurguladılar hatta böyle olmasını çok tabii bir seyir
olarak gösterdiler. Böyle olunca Osmanlı edebiyatının biçiminden ve tematik
yapısından en fazla uzaklaşan edebiyatçı, en yenilikçi ve kurucu figür olarak
belirlendi. Bu bakış açısının uzantısı olan belirleyici kabuller, Cumhuriyetten
sonraki akademik edebiyat eğitiminde de etkin oldu. Osmanlı edebiyat dilinin
anlaşılmaz olduğu, hatta bu şiirin “hayattan kopuk” olduğu söylendi önce. Sonra
Şinasi’nin eski şiirin tematik sistemine ilk müdahale edenlerden olduğu; Abdülhak
Hamid’in Osmanlı şiirini asıl yıkan şair olduğu, Tevfik Fikret merkezli
Servet-i Fünun şiirinin asıl Batılı (modern) şiir olduğu gibi yığınla
değerlendirme, kesin hükümler olarak edebiyat öğrencilerine söylenegeldi.
Namık Kemal, Tanzimat sonrası bütün
“yenilikçi/değişimci” sistematiğin mihverine, yeniliği savunanların babası
konumuna yerleştirildi. Ne yazık ki o zamanki gürültülü yenilikçi atmosfer,
Cumhuriyet dönemindeki “Yeniliği ve Batı’yı kutsamıyorsa Osmanlı taraftarıdır
ve geridir.” şeklindeki yaralı zihinle birleştiği için, az sayıdaki “yahu bir
duralım, eski ne, yeni ne, taklit ne, tekrar ne” gibi sesler duyulmadı ve daha
kullanışlı olan yargıların tekrar edilmesi tercih edildi. Sakın bazıları şöyle
demesin: “Ne yani Tanzimat’tan sonraki edebiyatımız tamamıyla yeni bir edebiyat
değil mi?” Çünkü yeniliklerin var olduğuna neler olduğuna itiraz falan
etmiyorum. Yenilik paradigmasının safderunlukla veya ideolojik katılıkla
birleşince bizi şaşı bakar hâle getirebileceğinden söz ediyorum. Bu kabuk bağlamış gerçeklik taraftarlığı, sadece
yanlış veya eksik hükümlerin sürüp gitmesine sebep olmuyor; dönemin yazılarının
aslı görülüp okunsa bile metnin muradına uygun bir şekilde idrak edilmesini neredeyse
imkânsız kılıyor. Çok basit bir örnekle yetineyim: Yıllarca Muallim
Naci’nin eski taraftarı olduğu üniversitelerde söylendi durdu. Naci’nin eski
taraftarı olduğu, Naci’nin hangi yazısıyla ispat edildi?
Biraz içeriye yönelelim. Mesela şiirde yenilik nedir? Biçimsel sistemlerde yenilenmeler olabilir; birim olarak beyit terk edilir de bentler gelir. Ses sisteminde tekrarların yerleri değişebilir. Tahkiyeli kurgudan sembolik kurguya geçilebilir. Daha önce üretilmemiş bir sembol veya imaj üretilebilir. Tam söyleyişten eksik, kırık söyleyişe geçilebilir vs. Bütün bunlar elbette siyasal, sosyal kültürel şartlardan etkilenebilir. Şair, benzerleri arasından kendini gösterecek bir yeniliğin, daha doğrusu özgünlüğün peşinde olabilir. Ama şunu da unutmamamız gerekiyor: Aslında edebiyatta her yeni öncekine göredir; öncekinin farklı bir görünüşüdür. Yani esasen edebiyat evrim geçirmez; yepyeni bir insan faaliyeti olmaz. İnsan gibidir. Her doğan bebek “yenidir” ama aynı zamanda hiç değişmeyen insan türünün süreğidir. Bütün insanlar birbirine benzer, hatta uzaktan bakınca hepsi aynıdır ve ama yakına gelince her bir insan diğerinden farklıdır. Tanpınar veya Karakoç söylüyordu: “Uzaktan bakan, bütün Osmanlı şiirini altı yüz sene yaşamış bir adamın yazdığını zanneder; öylesine yakındır bütün gazeliyat. Ama yakından bakınca her bir şairin değil, sadece her bir şiirin kendi özgünlüğünü görür.”
Biçimlerin, söyleyişlerin,
hatta problemi görme ve algılama biçimlerinin insanın sosyolojik
değişmelerinden bilimsel müktesebatından etkilenerek yenileceğini söylemiştik.
Mesela bireyin, yaşamın, sosyal ilişkilerin merkezine alındığı modern süreçte şiirin
hâlâ cemaat yapısının iz düşümü olan bütüncül kalıplarla yazılması mümkün müydü?
Şiirlerin adı bile yoktu; her şiirin adı türün/biçimin adı idi. Oysa modern
şiirde her şiirin birey gibi bağımsız bir adı ve yapısı oluştu. Elbette bu
bağlamda yenilik paradigmatiktir. Ama şunu da unutmak olmaz: Mesela her sanat
eseri asla değişmeyen bir yinelenme ilkesine ihtiyaç duyar. Daha da
genelleyelim, zamanlardan bağımsız olarak her sanat eserinin dört sistemi
vardır: Biçimsel sistem, ses sistemi, görsel sistem ve tematik sistem. Bu
sistemleri olmayan ürün, eskiden de yazılsa şimdi de yazılsa yeni veya özgün
değildir.
Kurgulama, anlatma
teknikleri yenilenebilir ama sanatçı ile sanatın ilişkisi evrilmez, ilerlemez,
yenilenmez. Çünkü Northrop Frye’nin dediği gibi “Sınırsız ve sonsuz bir ilke
olarak sanat; gördüğümüz dünya ile değil, inşa ettiğimiz/kurguladığımız bir
dünya ile başlar. Bilimi entelektüel alana, sanatıysa duygusal alana ait görme
eğilimimizin sebebi budur: Biri gerçekte var olan dünyadan, diğeri sahip olmak
istediğimiz dünyadan yola çıkar”. Dede Korkut Hikâyeleri’nde tarihsel
kahramanların portrelerini/hikâyelerini değil; insanın arzusunun, korkusunun,
inancının, huzurunun ve huzursuzluğunun kuvvetini görürüz.
Son olarak şunu söylemek isterim: Yenilik paradigması baskısının, görmenin sağlığını etkileyen olumsuz etkisinden özgünlük ilkesine yaslanarak kurtulabiliriz. Çünkü aslında bütün yenilik arayışları, hatta yenilikler -eğer varlarsa- özgünlükten başka bir şey değildirler.
Mehmet Narlı