Harun Yakarer: Açıl susam açıl!
Açıl
susam açıl! Bu cümleyi duymayan yoktur. Ali
Baba ve Kırk Haramiler masalında Ali Baba’nın, hazinelerin bulunduğu
mağaraya girerken söylediği söz bu. Bu sözü söyleyince belki de dünyanın ilk
otomatik kapısı açılır ve mağaraya girilebilir. Peki, bu kapıyı açmak için
neden “susam” denir? Biraz araştırınca kelimenin anlamının kapı olduğunu
görüyoruz. Fakat sıra dışı bir anlamlandırma çabasıyla birlikte İngilizce “sea”
ve “same” kelimelerinin birleşimiyle “deniz gibi” anlamına gelen bir “sesame”
elde edilir. Masalın İngilizcesinde meşhur cümle şu şekilde: “Open sesame
open!” Bu kelimenin böyle anlamlandırılmasıyla ne elde edebiliriz?
Kur’an’da
gece ve gündüzün, Güneş ve Ay’ın bir dairede yüzdüğünü anlatan ayetler vardır.
Yine Kamer Suresi’nin 11. ayetinde “Böylece akıp dökülen su ile göğün
kapılarını açtık.” denir. Bu, şu anlama gelir: Varoluşun boyutları vardır ve bu
boyutlar arasında dünyadan ya da görünenden öteye geçişin vasıtası sudur.
Masaldaki “susam” kelimesini aşırı yorumla fizikötesi boyuta geçişin sınırı
olarak algılayabiliriz. Güray Süngü’ye ait İnsanın
Acayip Kısa Tarihi kitabında ihtiyar büyücü Oman Na Âdem’e, “Denize in,
orada bir sandal var. Denize açıl. Zamanı geçene kadar kürek çek. Zamanı
geçince vardığın yerde belki bulursun aradığın şeyi. Belki de bulamazsın.” der.
Burada da öteye geçişin su vasıtasıyla olacağı belki bu bilgilerden haberdar
olarak belki de olmadan anlatılmış olur. Susam, öte âleme geçilen bir kapıysa
eğer Necip Fazıl Kısakürek’in Çile
şiirindeki şu mısraları daha dikkatli okuyabiliriz:
Açıl susam açıl! Açıldı kapı;
Atlas sedirinde mâverâ dede.
Yandı sırça saray, İlâhî
yapı,
Binbir avizeyle uçsuz
maddede.
Biliyoruz
ki Necip Fazıl’ın hayatında Abdülhâkim Arvâsî’nin yeri çok önemlidir. Necip Fazıl,
Paris yıllarında ve ardından İstanbul’da yaşadığı hayatla inanç noktasında bunalımlar
ve buhran içindeyken Abdülhâkim Arvâsî’yle tanışması ve sonrasında ona bağlanıp
ihtida etmesiyle sahil-i selâmete ermesi artık hepimizin malumu. Belki Necip
Fazıl, Yunus Emre’nin Tapduk Emre kapısında çile çekmesi gibi bir aşamadan
geçmedi ama onun ruhî anlamdaki çilesi Yunus’un çilesine yaklaşabilir. Bu kısmı
uzatmadan Necip Fazıl’ın Çile
şiirinde Abdülhâkim Arvâsî’yle tanışmasını anlattığı dörtlüğe gelelim.
Dörtlük,
Ali Baba ve Kırk Haramiler masalından
o meşhur cümleyle başlıyor. Burada bir kapının önüne gelinmiştir. Kendi
iradesiyledir bu ve yine kendi iradesiyle kapının anahtarını bilen biri olarak
o sözü söyler: Açıl susam açıl! Kapı açılır, tasavvufî manada perde kalkar.
İçeride bir hazine vardır. O hazine, onun imanını kurtaran kişidir, yani
“mâverâ dede”, Abdülhâkim Arvâsî. Neden “mâverâ dede” demiştir Necip Fazıl ona?
Mâverâ, görülen evrenin ötesi ve öte âlem anlamına geliyor. Yani varlığın,
varoluşun farklı bir boyutu. Fizikötesi. Kapının açılmasıyla birlikte
fizikötesi bir âleme, binbir avizeli, sonsuz bir varlığı ihata eden ilahi bir
yapıya girilir. Ali Baba’yı hazineye götüren o söz, Necip Fazıl’ı da kendi
hazinesine götürmüştür. Burada sorulması gereken soru, acaba Necip Fazıl, susam
kelimesinin anlamını biliyor muydu? Kur’an’da geçen, yukarıda zikrettiğimiz o
ayetlerin içindeki “su” ayrıntısına dikkat etmiş miydi? Ve “susam” kelimesiyle
“mâverâ” kelimesini birlikte kullanmasının sebebi, bu bilgilere mi bağlıydı? Üç
dörtlük sonrası bize bunun net cevabı olabilir:
Öteler öteler, gayemin malı;
Mesafe ekinim, zaman madenim.
Gökte saman yolu benim
olmalı;
Dipsizlik gölünde, inciler
benim.
Gökte
samanyolu ve dipsizlik gölü, ötelere açılan bir vasıta. Suyun akan bir şey
olması belki de ona sonsuzlukla alakalı bir anlam yüklüyor olabilir. Durağan
bir madde olsaydı, mesela toprak gibi, ötelerle ilgiyi kuramazdı. Necip
Fazıl’ın anahtar kelimeyle açılan kapısı da onu hazinelerin en kıymetlisine,
yolunu hakikate çıkaracak kâmil bir mürşide ulaştırdı. Su gibi.
Harun Yakarer