Erol Göka: Kalbimiz
Kalb,
bedene kan pompalayan hayati bir organ ama aynı zamanda, hemen bütün dillerde
sevgi, şefkat, merhamet, güven ve cesaret, birlik ve beraberlik gibi olumlu
duyguların yuvası; aşkın, insaniyetin, dayanışmanın ve vicdanın evi gibi anlamlara
sahip bir kavram… “Kalpten sevmek” de, kalbi en mahrem sırların saklandığı
beden bölümü olarak anmamıza yol açan “kalbini açma”, “kalbini okumak” da hemen
her dilde olan, hayli eski deyimler… “Kalpsiz”, “kalbimin sahibi sensin”,
“kalbinde bana da bir yer aç”, “kalplerimizi birleştirdiğimizde, gönüller bir
olduğunda aşamayacağımız engel yoktur” gibi ifadelerde kalbin gündelik
hayatımızdaki güçlü anlamı, kendini açıkça belli ediyor. Kalbe niye böylesine
yüksek anlamlar atfedildiğini araştırmaya kalktığımızda, karşımıza “kalbin
tarihi” diyebileceğimiz devasa bir olgu çıkıyor. Bu olguyu dikkatlice
incelediğimizde bugün “kalb” sözüne verdiğimiz anlamların çok eski zamanların
bakiyesi olduğu daha iyi anlaşılıyor.
Kalbin
sevgi ile özdeş hale gelmiş simgesi, mağara resimlerine, ilk yazılı belgelere
kadar uzanıyor. Eski Mısır’da kalb, hayati bir organ olmanın yanı sıra ruhun ve
vicdanın merkezi olarak kabul ediliyordu. Ölümden sonra kalb dışındaki tüm
organlar çıkarılıyor, sadece kalb yerinde bırakılarak defin gerçekleşiyordu.
Çünkü inanışa göre mezarda kalb, adalet tanrısı Maat’ın huzurunda tartılıyor
eğer kalbi Maat’ın tüyünden hafif gelirse, ölen kişi Osiris (yeraltı tanrısı
ile) yaşamaya devam ediyordu. Aksi halde Ammut (şeytan) kalbi yiyor ve böylece
ölenin ruhu yokluğa mahkûm ediliyordu.
Eski
Yunan’da halk, ruhun kalbin içinde yerleştiğine inanırdı. Homeros’un kahramanı,
kalbiyle hem hisseder hem düşünürdü. Sokrat öncesi düşünürlerin hemen hepsinde
bilincin ve düşünmenin merkezi kalpti. Buna karşın tıbbın babası olarak kabul
edilen Hipokrat, düşünmenin, algılamanın, duyguların kaynağının beyin olduğunu
söyledi. Sokrat, Diyojen, hatta ezoterik bakışıyla bilinen Platon ve
Pisagorcular da düşünenin beyin olduğu fikrine destek verdiler. İşin ilginç
yanı, modern bilimsel bakışın ve bilim sınıflamasının başlatıcısı olarak kabul
edilen Aristo, beyin tezini bırakıp tekrar yaşamın, hareketin, algı ve
duyguların kaynağı olarak kalbi gösterdi. Müslüman düşünürler üzerinde de çok
etkisi olan Aristo’ya göre, canlılığı sağlayan şey “ruh”tu ve aşağıdan yukarıya
doğru birbirinden farklı üç ruh vardı. Bunlardan birincisi “bitkisel ruh”tur.
Bitkiler sahip oldukları ruha uygun olarak sadece beslenirler, büyürler ve
ürerler. Bundan başka herhangi bir güçleri yoktur. İkinci sıradaki “hayvani
ruh”a sahip olan canlılar, bitkisel ruhun yanı sıra ayrıca hareket etme ve
hissetme gücüne de maliktirler. “Rasyonel ruh”tur ve sadece insanlarda bulunur.
Hareketleri düşüncelerine bağlı olan ve bunları gerekçelendirebilen insan ruhu,
bitkisel ve hayvani ruhları da kapsar. Aristo’ya göre ruhun bedenle
bağlantısını sağlayan kalb idi, kalb bedenden ayrıldığında ruh da var olamazdı.
Modern felsefede Aristo geleneğinden tamamen ayrılarak aklı beyinle
ilişkilendiren ilk düşünür ise Dekart. O, beynin ruha aracılık yapan bir organ
olduğunu, hatta ruhun beyinde küçük bir hormonal bez olan pineal bezde
yerleştiğini iddia etti.
Kalb,
anne karnında teşekkül eden ve harekete geçen ilk organımız. Bebeğin kalbi anne
karnında, altıncı haftadan itibaren atmaya başlıyor. Diğer organlar, kalb ve
damar sistemi etrafında şekillenmeye devam ediyor. Bunlar ve kalbin tüm vücuda
muhteşem bir damar ağıyla kan pompalayarak canlılığı sağladığı bilgisi tüm
kadim kültürlerde bulunuyor. Kalbimizin atışlarının hızlanmasını, fiziksel bir
aktiviteden, psikolojimizde heyecan yaratan bir durumdan sonra çok net
hissediyoruz..
Buraya
kadar bir sorun yok; kalbin tarih boyunca ve bugün, hayatın ve canlılığın
dolayısıyla başta sevgi olmak üzere olumlu duyguların merkezi olmasını bu tür
bilgilerle açıklayabiliriz. Son zamanlarda ortaya çıkan “beyin ölümü” kavramına
gelene kadar, tarih boyunca ölüm, kalbin çarpmasının durması olarak
algılanmasını da böyle açıklayabiliriz. Ama düşünme yetisinin ve duyguların
beyinden kaynaklandığına emin olan biz modernler için hayli şaşırtıcı olan şu
ki, kalb, tüm kadim kültürlerde ve başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere kutsal
kitaplarda “akıl”ın da yerleştiği yer olarak gösteriliyor. Doğrudur; Eski Yunan
düşünürlerin ve hekimlerinin bazıları ve hatta önde gelen kimi Müslüman
düşünürler ve hekimler de akletme yetisinin beyinde olduğunu söylediler. Ama bu
fikir asla esası oluşturmadı. Kanaatimce geleneksel dünyada akletmenin hangi
uzvumuzca gerçekleştirildiği tartışmalarının pek bir önemi de yoktu. Zira onların
hemen hepsi insanın şaşmaz bir biçimde Yaratıcısı ile bağlantısı olduğuna ve
varoluşumuzun merkezini bu bağlantının oluşturduğuna inanıyorlardı. Kimileri
için “kalb” hem vücutta bir organ hem bu bağlantının da yeriydi; kimileri
içinse maddi ve manevi olmak üzere iki ayrı kalb vardı. Modern zihniyet tüm
bunları silerek sadece beynimizi düşünce organı yaptı, kalbi ise mekanik bir
kan pompalayıcıya indirgedi.
İnsani
varoluşun merkezi: Kalb (Gönül)
Elbette
kadim zamanlarda da âlimler göğsümüzün sol yanında sürekli tıp tıp atan,
bedenimize ihtiyacı olan kanı pompalayan kalbin bu hayati işlevlerini
biliyorlardı. Ama bunun yanında Yaratıcıyla, ruhla, vicdanla, arzu, duygu ve
heyecanlarla, niyetlerle, iradeyle, nefs ve kişilikle ilgili bir kalb
kavramından da bahsettiler. Geleneksel dünyada, kadim kültürlerde ister organ
olarak kalbi her iki görevden de sorumlu tutsunlar, ister organ kalb ile manevi
merkez olarak kalbi ayırma yoluna gitsinler insanlar böyle inanıyorlardı.
Kur’an-ı Kerim’deki “kalb” sözcüğü kullanımlarında da bu anlamın sürdüğü
görülüyor.
Arapçada,
“kalb” kelimesinin ‘değişmek’ fiil kökünden türediğini bir şeyin içini dışına
çıkarmak, altını üstüne getirmek, ters çevirmek, bir şeyi başka bir şeye
dönüştürmek ve değiştirmek gibi manalara geldiğini söyleyenlerin yanında, ‘öz,
mahz’ anlamına gelen isim kökünden geldiğini ileri süren görüşler de var.
Kur’an-ı Kerim’deki kalb ile ilgili ifadeleri inceleyenler, her iki anlamın da
kitabımızda ihtiva edildiği kanaatindeler. “Kalb, vahyin iniş yeri; ilahi imtihan
kalbde başlıyor ve devam ediyor, nasıl kalb bedenimizin merkezinde yer
alıyorsa, manevi hayatımızın merkezinde de benlik idraki ve bilincin ortaya
çıktığı manevi özümüz olan bir kalb” var diyorlar. Bunun yanı sıra Kur’an’da
kalb, eğrilik ve doğrulukla vasıflanıyor; sağlıklı veya hastalıklı kalpler
olduğu bildiriliyor. Bunları ayrıntılarıyla ele alacağız ama önce kalb
kavramına Türkçede verilen karşılıkları değerlendirelim.
Türkçemiz
muazzam hem Arapça kalb’i ve onunla yakın anlamlı kelimeleri ve Farsça dil’i
söz dağarına katmış hem de kalbin karşılığı olarak yürek ve gönül’ü manalarını
derinleştirerek sürdürmüş. Düşünürümüz Sait Başer’den aktaralım: “Türk
mantalitesi, Arapçadaki ‘kalb’ kelimesinin hem maddi hem manevi merkez yerine
kullanılmasına mukabil kendi içinde bu iki merkezi ayırmak ihtiyacı duymuş;
‘yürek’ ve ‘gönül’ diye. Batı dillerinde yok gönül kelimesinin karşılığı. Türk
insanı yüreği küçümsememiş tabii. Ona da mecazi anlamlar yüklemiş. Cesaretin
şahikasına ‘yüreklilik’ demiş. Amma gönül başka… Gönül apayrı! ‘Kö-’ kökündeki
yanmak ve parlamak anlamları sebebiyle bu kökten türettiği ‘köngül’ kelimesine
‘insan içinde yanan Tanrı ocağı’ anlamını vermiş. Bütün hayatının mihengi
saymış gönlü. Aşkına karargâh, Rabbine mekân diye bilmiş; bilmiş de ‘Bir
gönülde iki arslan olmaz’ da deyivermiş. İkiliklerin birlenmesini tavsiye ede
gelmiş bilgelerinin diliyle. Yunus, ‘Gönül Çalab’ın tahtı / Çalap gönüle bahtı
/ İki cihan bedbahtı / Kim gönül yıkar ise’ buyurmuş… Türkçemiz gönül dili,
edebiyatımız gönül edebiyatı, şiirimiz gönül vadisinden hiç çıkmaz zaten.
Medeniyetimiz toptan bir ‘gönül medeniyeti’ vesselam” (Selam Söyle, s.79-80)…
Yürek
kelimesi, gündelik dildeki birçok kullanımda gönül ile özdeş manalar taşıyor
ama büyük ihtimal yürümekten gelen bu sözcük, kalp atımlarıyla yürüme
benzerliği nedeniyle esasen fiziki kalbin karşılığı gibi... “Yüreğin yetiyorsa
çık karşıma!” “Kim sana yürek yedirdi?” deyişlerinde ve yüreklendirmek filinde
olduğu gibi cesaret, yüreği ağzına gelmek’te olduğu gibi korku ve tedirginlik
manaları daha önde geliyor.
Sait
Başer üstadın “içimizdeki manevi öz” manasında kalb’e karşılık gelen gönül
tespiti, gayet yerli yerinde. Gönlü çekmek, gönlü kalmak, canı gönülden
ifadelerinden ve gönlü ısınmak, gönlü kaymak, gönlü akmak, gönlünü kaptırmak
gibi deyimlerden yola çıktığımızda gönlün duyguların yoğunlaştığı sevgi ve arzu
kaynağı olduğu anlaşılıyor. Gönlüne yatmak, gönüllü olmak, gönlünü almak, gönül
rahatlığı, gönül sözünün duygu ve arzular kadar rıza ve huzur ile de bağlantılı
olduğunu gösteriyor. “Gönül bağı”, “gönül birliği” deyişleri, insan
ilişkisindeki bağlılıkların çok güçlü duygularla örüldüğü haller için
kullanılırken “gönlüne düşmek” özlemle yüklü hatırlamaları anlatıyor. “Gönül
ehli” ve “gönül eri” tabirleri ise yine “yaratılanı Yaratan’dan ötürü seven”,
“gönlü zengin”leri ve Yunus Emre’yi, onun “Dostun evi gönüllerdir / Gönüller
yapmaya geldim” ve dahi “Yunus emre der hoca / Gerekse var bin hacca /
Hepsinden iyice / Bir gönüle girmektir” beyitlerini aklımıza getiriyor.
Ama dilimizdeki gönül ile ilgili birçok ifade ve
deyime baktığımızda daha geniş bir anlam ağıyla karşılaşıyoruz. Öyle ki, Ahmet
Turgut, Akıl, Aşk ve Ötesi kitabında “gönül” sözcüğünün
hissi-duygusal nazarda, kalb kelimesinin ise fikri-imani konularda daha derin
açılımlara sahip olduğu kanaatinde. Ona göre “gönlü kararmak”, darlanma ve
sıkıntıyı anlatırken “kalbi kararmak”, işin içinde şeytani ve şer güçlerin
etkisinin bulunduğunu dile getirmeye çalışıyor. Gönlünü oyalamak, gözü gönlü
açılmak, gönül eğlencesi gibi geçici hazların da gönülle ilgili olduğunu
belirten ifadeler; gönlü çelinmek, gönül çelen, gönül koymak, gönlüne dokunmak,
gönül yarası, gönlü yıkılmak, gönlünden çıkarmak gibi gönlün narinliği ve
hassasiyetini dile getiren sözler, Ahmet Turgut’u doğruluyor.
Erol Göka