logo
Edebiyatımızın Yörüngesi

Edebiyatımızın Yörüngesi

Yüzyılı aşkın bir süreden beri özelde şiirimiz, genelde edebiyatımız yörüngesini kaybetmiş durumda. Başka galaksilerde, başka gezegenlerde zaman öldürüyor, gönül eğlendiriyor adeta. Bin yılı aşkın ömründe edebiyatımız eksiğiyle, fazlasıyla Kur’an’ı eksen alan bir hayattan neşet ediyordu, yüz yıl öncesine kadar. Bin yıllık bir zaman içinde hayatın işleyişini ana hatlarıyla din yani İslâm belirliyordu. Dolaysıyla, şair de, yazar da, onların eserlerini okuyan insanlar da o hayatın içine doğuyor ve o hayatı yaşıyorlardı. Davranışları, duyuşları, düşünüşleri, dünyayı algılayışları o İslâmî hayatın özüne müteallikti. Bir başka husus, şair de, yazar da toplumdan kopuk değildi. Hitap ettiği insanlarla bütünlük içindeydi. Günümüzde olduğu gibi birbirinden habersiz ya da birbirine düşman değillerdi. Sesleri, tarzları, edaları, estetik yapıları farklı da olsa, bütün edebî eserlerin ortak paydası tevhit inancıydı. İnsanın kendini tanımasına, irfan sahibi olmasına, iç dünyasının zenginleşmesine, güzellikleri görmesine, çirkinlik ve kötülüklerden uzak durmasına kapı açan eserlerdi. Kitaba besmeleyle başlanır, Allah’a, Peygamber’e dualar edilirdi. Bütün bu güzellikler unutturuldu. Bütün bu güzellikler gericilikle yaftalandı, çağdaşlık, ilericilik adına. Oysa bugün, şiirimizin, edebiyatımızın geldiği nokta tam da Ali Emre’nin Muhit’in birinci sayısındaki “Şairler Loncasından Halkın Minderine” başlıklı yazısında belirttiği gibi: “Genellikle kötü gâvurdan öğrenilmiş, zoraki, ölçüsüz bir tutuşkanlığa sahip bu şiir. Elit geçinen bir âvamlıkla malûl. Gerçek ve hak edilmiş bir zemini, süreğen bir nefesi, içimize kalıcı ışıklar düşüren bir aydınlığı yok.”

Bin yıllık medeniyet değerlerimizin, edebiyat birikimimizin ve hayat tecrübemizin tu kaka edilip çöpe atılmasının ardından topluma zorla dayatılan din dışı değerlerden oluşan, din dışı hayatın şekillendirdiği, geçmişinden hiçbir iz ve işaret taşımayan, pek çok putu olan bir insan tipi çıktı ortaya. Bu ‘yeni’ insan tipi, toplumun tüm kesimlerinde yöneticisinden bürokratına, edebiyatçısından bilim insanına, cami cemaatinden camiye hiç uğramayanlara, küçük esnaftan büyük tüccara, gazeteciden öğretmene, profesöre, hukukçudan sağlıkçıya, köylüsünden şehirlisine geniş bir yelpaze oluşturur.

Bugün kültürel iktidar bizde diyen -aslında doğru da söyleyen- şair ve yazarları da, onları iktidarda tutan okurları da, bu din dışı sistem yetiştirdi. Bu insan tiplerine hayatın her alanında karşılaşır, öyle acayipliklerine tanık olursunuz ki donar kalırsınız. Söz gelimi adam camiden çıkar “kahrolsun şeriat!” sloganı atar. Üniversite kapılarında kızlarının başörtüsüne saldırılırken gıkını çıkarmayan büyük kesim, vergi artırılınca başbakanın önüne yazar kasa fırlatır. Aracının içini temiz tutan maganda, sigara küllüğünü yola çırpar. Yönetici kesim, her şeyi bilir de “İşi ehline verin” ilkesini bilmezden gelir. Acayiplikler, saçmalıklar saymakla bitmez.

Yüz yılın edebiyatını, sanatını bu insan tipleri, bu insan tiplerini de yüz yılın edebiyatı, sanatı oluşturdu. Söz konusu insan tipi, nasıl bir edebiyat oluşturdu onu da Muhit’in aynı sayısında yer alan M. Fatih Andı’nın “İnce Ayar” başlıklı yazısından aktaralım: “Yaklaşık iki yüzyıldır deforme renklerin karmaşasının seyircisiyiz. Ama tekneye atılan bunca ‘yeni’ boya damlası, oluşan renk bulamacının içinden bir ebru uyumunu çıkarmıyor. Geleneğin amansız rakibi modernizm, bir sosyal teori kavramı olarak bu karmaşaya ‘çok seslilik’ ve ‘çoğulluk’ erdemi diyor. Farklı sesler, farklı frekanslarla bir besteyi seslendiriyor ise, güzeldir. Ama her sesin, aynı anda, farklı bir besteyi söylemesinden ‘kakafoni’ çıkar. Türk edebiyatının gelenekle ‘boşanma’sından sonra on dokuzuncu asrın ortalarından itibaren gördüğü her durakta eğlene eğlene ilerleyen, fakat bir türlü bir güzergâhın yol haritasını elinde tutamayan bir seyrüsefer ile bugün geldiği durak böyle bir duraktır.”

Eğer gerçek bir edebiyattan, sanattan ve güzellikten söz edilecekse, bunun kaynağını İslâm’da aramalıyız. Çünkü, evrensel sanatın da, güzelliğin de kaynağı İslâm’dır. “İslâm sanatının en belirgin özelliği, bu sanatın, ruhun mutlaka açılan penceresinin aydınlığında gelişmiş bir sanat olmasıdır. Bu sanatta kafa ve gönül, vahiy ve ilham gibi iki ilâhî ışığın aydınlığında buluşarak olağanüstü güzellikte sanat eserleri ortaya koymuştur. Bu sanatta fizik ötesi, hayatın bizzat içinde olduğunu mütemadiyen hissettirir. Kısaca İslâm sanatı hayatın metafiziğe ve metafiziğin de medeniyete bitişik olduğunun en somut göstergesidir.” (Turan Koç, İslam Estetiği, s. 19)

Bugün, Türkiye başta olmak üzere adı İslâm ülkesi olarak anılan ülkelerde İslâm’ın hiçbir güzelliğine rastlanmıyorsa bunun müsebbibi İslâm değil, İslâm’ı sahiplenmiş görünen ülkelerin insanlarıdır.

Günümüzde, bu din dışı hayata rağmen, kendi medeniyet değerlerimiz üzerinden bir edebiyat oraya koymaya çalışan bir avuç şair ve yazarın da ne yazık ki sınırlı bir okur çevresi var. Dahası, Müslüman kimliğe sahip olduklarını söyleyenler bile “kötü gâvurdan öğrenilmiş” bir edebiyatın savunucusu ve gönüllüleridir. Ayrıca, bugün “İslâmcı” etiketi arkasında yer alan şair ve yazarların da büyük bir kesiminin Kur’an’dan, İslâm’dan beslendiklerini, düşünce altyapılarını İslâmî değerlerin oluşturduğunu söylemek hayli zor.

Yapılması gereken (çünkü insanlığın bekası buradadır) Sezai Karakoç’un belirttiği şu hususları hayata geçirmektir: “Kutsal kitaptan hız ve ilham alarak, insanlığın yeni mesajını en yoğun ifadelerle dillendirmeli, ‘genel insanlık türküsü’nü yeniden ve yenilmez, ezilmez, aşınmaz ve aşılmaz bir şekilde, yalancıları ve sahteleriyle değil, gerçeğiyle söylemelidir.” (Edebiyat Yazıları, s. 66)

Türkiye bir yüz yılı kaybetti. Bir yüz yılı daha kaybetmeye tahammülü var mı bilemem. Beka, sekiz şeritli yollarda, hızlı giden trenlerde değil, insanın acısını dindirecek, yarasına merhem olacak, onun Allah’la buluşmasını engelleyen engelleri ortadan kaldıracak sanat, edebiyat ve kültür çalışmalarındadır.

Arif Ay