Dursun Çiçek: Bizim türkülerimiz
Altısında veya yedisinde
ya vardım ya yoktum… Çiçekdağı’nın İbikli Köyü’nde harman zamanı rahmetli
babamla harman yerinde yatıyorum. İbikli Köyü ki Muharrem Ertaş ve Neşet
Ertaş’ın 1943-1950 yılları arası yaşadığı köydü. İbikli Köyü ki Arap Mustafa
ile Zahide’nin kokusunun, sesinin ve sedasının olduğu köydü. Ağustos ayına
rağmen bozkırın buz gibi soğuğu gecenin koyusuna karışıyor ama babamın
sinesinin sıcaklığı ısıtıyor küçücük bedenimi. Sanki geldiğim ana yurda sarılır
gibi sarılıyorum babamın gönlüne. Bir müddet yakınlardaki harmanlardan gelen
türkü seslerini dinliyorum. Yıldızlara, göğe bakarak türkü söylüyorlar.
İstekler birbirini kovalıyor. Yıldızlar turna oluyor birden:
Gökyüzünde
bölük bölük durnalar
Yok
mu insafınız aldı dert beni
Geydirdim
kuşattım da verdim tellâla
Satılmadı
gene buldu dert beni
Bozlaklar türküleri, türküler uzun havaları
kovaladı. Sonra sesler de karardı. Sessizlik çöktü. Çekirge seslerinden başka
bir şey duyulmuyordu. Bir de kayan yıldızlar vardı gözlerimin önünde. Rahmetli
babamdan yıldızların hikâyesini de dinledikten sonra uyuyorum ve düşlerimde
devam ediyor yıldızların kayışı…
Sabah saklandığım
sıcaklığın serinliğini hissediyor ve uyanıyorum. Babam yanımdan kalkmış ve
hemen harmanın kenarında, yakında yatan amcalarım ve köylülerle beraber sabah
namazını kılıyor. Sonra ben de kalkıyorum. Cenderin Özü’nden gelen buz gibi su
ile yüzümü yıkıyorum. Köyden halalarımın getirdiği katık afiyetle yeniyor.
Babamlar, amcalarım ve köylüler gün doğmadan çalışmaya başlıyorlar.
Bir müddet sonra yanık
bir ses geliyor uzaktan…
Bir çift turna gördüm durur dallarda
Seversen Mevla'yı kalma yollarda
Sizi bekleyen var bizim ellerde
Bizim ele doğru gidin durnalar
Durnam dertli öttün derdimi deştin
El vurdun yaremin başını açtın
Eşinden m'ayrıldın yolun mu şaştın
Bizim ele doğru gidin durnalar
Rahmetli halamın da eşi olan Veyis eniştem yanık sesiyle âdeta yakıyor
harmanı. Kimisi ahlıyor kimisi ofluyor ama beni ayrı etkiliyor bu türkü. Bu
türküyü çocukluğumdan beri her ne zaman dinlesem başka bir hâl oluyor bende.
Rahmetli babam “Kulağına ezan okunduktan sonra bu türküyü bildi senin
kulakların.” derdi. O altı yedi yaşımdaki hâlimde ne hissediyorsam bugün de
aynı şeyi hissediyorum. Ve bende türkünün ötesi onunla başlıyor…
İbikli Köyü’nde yetişemedim ben, ne Muharrem Usta’ya ne de Neşet
Ertaş’a, Arap Mustafa da Zahide de vefat etmişti. Ama onlar büyütüyordu sanki
beni. Her yerde onlardan bir iz vardı. Fındık ebemden, Döne ebemden, amcam oğlu
Hasan ağabeyimden Zahide’yi dinlerdim. Şakir dedemin motorunu devirmesi üzerine
öldü haberinin gelmesi üzerine yakılan ağıtları bilirdim. En çok da Dönüş
halamın yaktığı ağıtları…
Emmim Muhtar idi ağa kılıklı
Kansere yakalanmış kara soluklu
Ben niye ağlıyom yarım canımınan
Üç dene kızı var kara belikli
Veyis eniştem ağıtlar yakardı acıların ateşini hafifletmek için. Bazen
köy odalarında ses ve nefes olurdu Veyis eniştem. Oğlu Almanya’da gurbette
olanın, torunu gurbette askerde olanın acısını dindirirdi. Ataşoğlu Ahmet
eniştem şiir okur, o ağıt yakardı. Ama her ağlayışın, her türkünün, her uzun
havanın sonu O’na çıkardı. Ağıttan çıkan duman O’na işaret ederdi. Bir
ağlayışı, bir hüznü, bir sevinci O’na ve Habibine bağlayan muhayyile “Bunca
erlerin, evliyaların türkü sevip türküyü söylediğini” bilirdi elbet. Her
oturmanın sonunda ağıtların, bozlakların, uzun havaların, türkülerin içinden
görür gözlü enbiyalar gelirdi. Leyla da Mecnun da Kerem de Aslı da Zahide de
Arabın Mustafa da vesileydi hep. Temsildi. Temsilde hata olur muydu hiç.
İbikli deyince elbette akla türkü gelir. Çünkü Türkiye’nin en büyük ve
en önemli iki ozanına yurtluk etmiş. Sadece Zahide’nin burada Hacıahmetli Köyü’nde
olması yetmez mi? Hacı Taşan ile Neşet Ertaş’ın doğduğu köy Kırtıllar hemen şu
karşı dağların ardı değil mi? Avşar ozanlarının yurdu Demirli, İbikli’nin çiftliği
olmuş uzun bir zaman. Hâlâ ağıtçıları ile bilinir Demirli…
Harmanlarda çocukken bildim ben bizim türküleri. Köyümün yamacındaki
dağlardan, üstündeki bulutlardan bildim. Kartal Kayalıkları’ndan esen dertli
rüzgârlardan bildim. Muharrem Usta’nın belli aralıklarla Döne Ertaş’ın mezarını
ziyarete geldiği zamanlarda Şakir dedemin bahçesinde söylediği türkülerden,
bozlaklardan bildim. Kuru Sülük dedemin odasının ve bahçesinin duvarlarında
izlerini hissettiğim, Muharrem Ertaş’ın, Necaettin Ertaş’ın ve Neşet Ertaş’ın köyümün
toprağına, havasına sinmiş havalarından bildim.
Düğünlerimizde çekilen her halay, yakılan her türkü, feryada karışan her
bozlak, bir seyrin, bir devrin, bir sürekliliğin ve en önemlisi de bir
geçiciliğin ses ses, nefes nefes nasıl aktığını gösteriyordu.
Hangi ıraklığın, hangi ayrılışın, hangi gurbetin türküleriydi bunlar?
Ancak yârinden uzak kalan, memleketinden ayrılan yakabilirdi bu türküleri. Her
türkü hakikate dair bir şey öğretiyordu belki de bizlere. Her bozlak bir iz ve
göstergeydi, her uzun hava bir uzun yolculuk…
Bizim türkülerimiz derdi dedem: “Sarı başakların yangınından bilinir.
Boran dağların rüzgârlarından hissedilir. Dağ çiçeklerinin titrekliğinden gelen
kokusundan bellenir. Gurbetimizin avusudur, ıraklığımızın avuntusu. Biz her
türkü dinlediğimizde, söylediğimizde, çığırdığımızda, yaktığımızda asıl
vatanımıza tutunuruz. Yana yana yürürüz yolumuzda. Hem yanar hem gideriz.
Yanmadan olunmaz ki zaten.”
Bizim türkülerimiz… Irağı yakın, yakını ırak eder. Karı yakar, ateşi
dondurur… Bir ağıtı yakarız kimi zaman. Kimi zaman bir acıyı…
Şiiri yakmaktır bazen türkü, şuuru yakmaktır. Ses edemezsin yamacında
duran yâre ama türkü yakarsın sen de türküyle yanarak. Yanışından bilirler
seni. Bir türküde kayboluşundan bilirler. Bir türküyü istemek nedir, bunun
idrakine vardığında anlarsın türkü istemekle yâr istemek arasındaki ilişkiyi. İlmek
ilmek dokuduğun kilimlere siner türkü. Yaslandığında bir berdi yastığa bir
türküye yaslanırsın.
Türkü söyleriz biz türkü ağlarız, türkü yanarız. Türkü türkü dağlaşırız.
Karacaoğlan şehir şehir gezer içimizde, kara gözlüsünü arar. Dadaloğlu
kısrağını kişnetir, Köroğlu dağ dağ büyür, Kerem alev alev yanar. Ferhat’ın
elinde bir kazmadır türkü. Mecnun’un gönlünde bir çöl. Erciyes Leyla’dır, Ağrı
Şirin, Toroslar Aslı…
Bizim dağlarımız türkü söyler. Her kayası, her taşı bir türkü saklar
koyağında. Ağaçlarımıza türkü konar. Pınarlarımız türkü akar oluk oluk.
Evlerimiz, analarımız türkü bekler.
Yollarımızda türkü tozar. Derelerimizde türkü çarparız yüzümüze, kimi
zaman yakar kimi zaman dondurur.
Ama biliriz ki türkü sırdır, sırra dairdir. Ondaki ateş, ondaki sevgili,
ondaki aşk hep vasıta… Çünkü yoldur türkü. Davud aleyhisselamın derdini,
gözyaşını bilmeyen ne bilsin türküleri ve sırrı.
Çark-ı devran döner Bir’in aşkına derken sırrı faş ederiz. “Sevda sırınan olur”
derler ya, türküler sırdır bir kara sevdada. O sırrın temsilidir. Biz biliriz
ki;
Sevda sırınan
Gönül Bir’inen olur
O Bir’le olmak için
sırrına sadık olur türküyü bilen, türküyle yanan. İşte o zaman anlarız bizim
türkülerimizde yâr nedir, dağ nedir, aşk nedir, ateş nedir, sır nedir, Bir
nedir… Anlarız ve yine yangınımızı söndürmek için türkü yakarız. Türkü türkü
yanarız…
Dursun Çiçek