Bursa’nın Ulu’su
“… Bu cümleden olmak üzere, güçsüz kalemin dili ve kederli, perişan sözlü eserlerin tamamı, bu benzeri olmayan caminin vasfında nasıl dilsiz gibi kalmasın ki, şeref arttıran bu binanın yapımına ve o sağlam temelinin atılmasına sebep olan, peygamberler sultanının seçkin evlatlarından, halk arasında Sultan Emir diye tanınan Emir Sultan Hazretleri’dir -Allah sırrını takdis etsin-. Ve Ulu Cami’nin minberine, sanatkârane yüksek basamağına ilk önce ayak basan kişi, dinleyenlerin gönüllerini çeken hatip, akıllıca nasihatler veren kürsü vaizi, gönlü aydın Hacı Bayram Veli’nin mürşidi Şeyh Hâmid-i Kayseri (Somuncu Baba) gibi az bulunur bir muhteremdir.”
İsmail
Beliğ, Güldeste-i Riyâz-ı İrfân isimli eserinde yolu Bursa’dan geçen
önemli şahsiyetlerin yaşamlarından bahseder. Bilinir ki Bursa, coğrafyamızın
tecelligâhıdır, devirlerin devlet ve gönül sultanlarını ağırlamıştır. Öyle ki
Bursa, Makam-ı Hâmis’dir. Mekke, Medine, Kudüs ve Şam’dan sonra beşinci
makamdır. Nice ömür burada taçlanmış, ölüm mefhumu bu topraklarda gezinen
ruhlar vesilesiyle ehlîleştirilmiştir. Bursa’nın, içimizde maneviyatı
işaret eden ikliminin kaynağı bu ağır misafirleridir. Anadolu’nun diğer
şehirleri gibi Bursa da fethinden sonra İslam’la tanışmış; medreseleriyle
ilmin, tekkeleriyle tasavvufî hayatın merkezi olmuştur. Bu mekânlarda inşa
edilen gönüller ve o gönül sahiplerinin vücuda getirdiği binalarla şehrin tabii
güzelliği taçlandırılmıştır. Osman Gazi ile başlayan devir, Orhan Gazi
imarlarıyla devam etmiştir. Ardından gelen Osmanlı sultanları Edirne’nin
fethine kadar burayı idare merkezi olarak kullanırken bir yandan da şehri erken
dönem mimari eserleriyle şenlendirmişlerdir. Edirne ve İstanbul’un fethiyle Bursa, siyasî
kimliğinden sıyrılarak artık tamamı ile manevî bir hüviyete bürünmüştür. Günümüz
ziyaretlerinde karşılaştığımız yüksek binalar ve ovayı kaplayan fabrikalar dâhi
Bursa’dan aldığımız lezzete engel olamamaktadır.
Büyük
ölçekte baktığımızda şehrin eski mimarîsine karşı hareketlerin azımsanmayacak
derecede olduğunu görürüz. Sokaklarında dolaştığımız Bursa ile tepesine çıkıp
seyrettiğimiz Bursa farklı görüntü ve hissiyatlar sunar. Muradiye’de yürürken,
Koza Han’da dinlenirken geçmiş zamanı tahayyül ederiz. Tophane’ye çıkarken
surların arasından geçip bu şehri bize bağışlayan Osman Bey’i ve Orhan Bey’i
selâmlarız. Birbiri üzerinde yükselen kornişleriyle beliren saat kulesi, yanına
ulaştığımızda bize gerçek zamanı hatırlatır. Mensubu olduğumuz zamanı. Bu her
taşının ince ince bezendiği şehri, kaba müteahhitlere bıraktığımız zamanı.
Bakışımızı
bize devredilen mimari mirasa çevirelim. Bursa’nın tepelerinden şehri
seyrederken birçok tarihi eseri görürüz. Osmanlı erken döneminin bir kesiti
sunulur. Kubbeli camiler, dergâhlar, hanlar, hamamlar… On dördüncü yüzyıl
Bursa’sı tasavvufun olduğu kadar üretimin ve ticaretin de merkeziydi. Yan yana
sıralanan hanlar bu durumu açıklar niteliktedir. Bursa’nın kalbi hanlar
bölgesinde atmaktadır, günümüzde olduğu gibi geçmişte de yoğun bir kullanımı
barındırmaktaydı. Bölgede birçok cami, mescit, han ve bedesten vardır. Camilerden
biri Orhan Gazi’nin yaptırdığı külliyenin öğesidir. Zaviyeli cami planına
-nâm-ı diğer ters T- sahiptir. Tuğla ve taş almaşık örgü kullanılarak inşa
edilmiştir. Cephesinde tuğlaların hareketli dizilimleriyle karşılaşırız. İçerisinde
dergâh odaları ve orta avlusuyla eyvanı bulunan bir yapıdır. Tâbhane diye de
bilinen bu yapı tipinin payitaht Bursa’da misalleri çok bulunur. Osmanlı’nın
erken dönem mimarisinin simge ürünü olan bu camiler aynı zamanda başka
milletler tarafından devletin kendine has tek üslubu olduğu şeklinde ifade
edilir. Sebebiyse Osmanlı’nın, İstanbul’un fethinden sonra Ayasofya’dan ve dahi
Bizans’tan etkilendiği düşünülmesidir.1 Nitekim bunun tezahürlerini
görürüz. Bağlam yapıların tasarımında kaçınılmaz bir unsurdur. Yerle iletişim
ve kaynaklarından faydalanma kadim medeniyetlerin düsturlarından olmuştur.
Bununla birlikte her dönemi, geçmişinin getirdiği tecrübelerle değerlendirmek
gerekir. Nasıl ki erken dönemde Selçuklu izlerini görüyorsak, klasik dönemde de
ilk seneleri hatırlatan öğelere rastlarız. Piyale Paşa’da geçmişin yeniden
hatırlanışının bariz bir örneğini görmüştük. Her yaratımın dayandığı bir temel
vardır. Bilecik, Bursa ve Edirne tecrübesi olmasaydı sanatın İstanbul’da kemâle
ermesi vuku bulmazdı.
Bursa,
âdeta yeni kurulmuş devletin mimari eserlerinin sergilendiği bir bahçedir. Burada
müze kelimesinden bilinçlice uzak durulur. Müzelerin dondurulmuş ve cansız
yapısından farklı olarak ritim sahibidir. Ezan sesinin duyulmasıyla camiye
doğru hızlanan adımlar, meydanlardaki banklarda manzarayla dinlenen ruhlar,
hanların avlularında saatlerce süren buluşmalar şehri tamamlayan insan
hareketleridir.
Altı
yüz yıl evvel Yıldırım Beyazıt, şehre merkezini işaret eden yapıyı inşa ettirmiştir.
Misallerinde olduğu gibi, Bursa Ulucami de bulunduğu yerin insanlarını toplayan
büyüklüğe sahip olması dolayısıyla bu ismi almıştır. Bilhassa cuma namazlarında
Müslümanları bir araya getirmesiyle ideal bir mekân sunmaktadır. Namazların
edasının yanı sıra bir toplanma ve dinlenme mekânı işlevi de sunmuştur, sunmaya
devam etmektedir. Ulucami yapılmadan önce bölgede, yukarıda zikrettiğimiz Orhan
Gazi Camii vardır. Cami, eşrafa kâfi gelmemektedir. Bu sebeple mevcuttakilerden
daha geniş bir yapıya ihtiyaç duyulmaktadır. Ayrıca Orhan Gazi, Hüdavendigar
gibi camilerde olduğu gibi içinde farklı bölümler olmaması tercih edilmektedir.
Tek ve bütün bir mekân isteği vardır. İşte Ulucami, böyle bir niyetin sonucunda
meydana gelmiş müstesna eserdir.2
Yer
aldığı yapı tipolojisinin son örneklerinden olan Bursa Ulucami’nin yirmi eşit
kubbeyle örtülü olması, ona nadidelik vasfını yükler. Ulucami geleneği örtü
sistemlerinde mihrap önünde tek kubbe ile onu tamamlayan ahşap strüktür veya
tonozlar görülür. Oysa burada durum farklıdır. Harim içinde her bir ayak,
kubbeleri taşımaktadır. Geniş bir mekânı koruyan çoklu kubbe örtüsü, Bursa’nın
yüksek noktalarından bakıldığında muntazam büyüklüğüyle öne çıkmaktadır.
Caminin
niçin ulu olduğuna fiziksel yapısıyla cevap vermeden şu hadiseyle başlamanın
uygun olacağı kanaatindeyiz. Bilindiği üzere geniş sahaları kaplayan büyük
yapıların arazi sahibiyle olan münakaşa rivayetleri meşhurdur. Ulucami’de
binanın yüceliği, inşa edilmeden evvel arazi sahibinin gönlünü yapılmasıyla
başlar. Aktarıldığına göre şehrin kalbinde, bina için seçilen alanda evi olan
ihtiyar bir kadına ve nesline yeri için asırlar boyu kira mahiyetinde yardımlar
yapılmıştır.3
Binada,
üzerine kurulduğu araziye vefanın tezahürlerini de görürüz. Emsali birçok abideden
ayırıcı özelliği harimde bulunan şadırvanlı havuzu ve üzerindeki boşluklu
kubbesidir. Hava ve suyun bina içerisindeki ahengi, tasarımda doğayla hemhâl
oluşunun göstergesidir. Ulucami’de gördüğümüz havuz ve su sesinin mekâna
yaydığı ferahlığın bir örneğine Kütahya Ulucami’de de rastlarız. Fakat Bursa’yı
benzersiz kılan havuzun gökyüzü ile bağlantısının kesintisiz oluşudur. Demirden
bir ağ olarak da tarif edilen kubbe bitişi, mekânda taze havanın dolaşmasını
sağlar. Barok üslubunun ağır süslemeleri ardında beliren mavi gök, çift katlı
bir ağ sisteminin arkasına saklanır. Buradan içeri sızan yalnızca iklim
değildir. Cami, seherin ışıklarını da gurûb vaktinin laciverte çalan
aydınlığını da gök-kafesten alır.
Ulucami’nin mimari karakteriyle birlikte gelen
bezeme programının başat unsuru bizce yazılarıdır. Hatlarla tezyin edilmiş
mekân, yazıların anlamlarına vâkıf olunmasa dâhi seyre lâyıktır. Yazı
temâşâgâhıdır. Bu dondurulmuş musiki, Ulucami’de Arap harflerinin birden çok
biçimleriyle yan yana gelerek ritme kavuşturulmuştur. Ayetler, hadisler ve dâhi
kelâm-ı kibarla süslenmiş camide yazıların konumlandırılması açısından belirli
bir düzen yoktur. Her biri bir tablo gibi asılı durur duvarlarda. Caminin
yazıları 1854 depreminden sonraki onarımın eseridir diyebiliriz. Esasında
mevcut olan yazılar tamir edilmiş, yenileri eklenerek günümüz bezemeleri
meydana getirilmiştir. Bu uygulamalar için İstanbul’dan Kazasker Mustafa İzzet
Efendi, öğrencisi Mehmed Şefik Bey ve Abdülfettah Efendi görevlendirilmiştir.4
Devrin meşhur hattatlarının katkılarıyla eser, hat müzesi ihtivâ eden bir mabede
dönüşmüştür. Yapıda, süsleme bakımından zenginliğini borçlu olduğu hatların önüne
geçmemekle birlikte, barok motifler de bezeme programının bir parçasıdır. Desenler
burada, haddini bilircesine kemer, kubbe gibi elemanlar ve yazıların çevrelerini
süsler. Bazı seyyahlar, depremden önce caminin iç duvarlarının altın yaldızla
kaplı olup üzerinde yazılar barındırdığını belirtir. Mevcut yapıda altın yaldız
kullanımı, mihrap süslemelerinde yoğun bir şekilde görülür. Minber,
barındırdığı ahşap oyma sanatının ulaştığı zirveyle harimin dikkat çekici bir
öğesidir. Kitabesinde yapım yılının 1399 olduğu bildirilir. Buna binâen caminin
yapım yılı olarak da aynı tarih işaret edilir. Minber ustası, eserine imzasını
da atmıştır: Amel-i el-hac Mehmed bin Abdilaziz bin ed-Dakiva. Ahşaptan
yapılmış olan müezzin mahfiliyse Mimar Sinan devrinin abideye katkısı olarak
günümüze ulaşmıştır.5 Döşemeyi kaplayan halı, kırmızı taban üzerinde
barok desenlerin zemindeki yansımalarının benzerlerinden müteşekkildir.
Ulucami,
Bursa’nın mazisindeki elim hadiselerden nasibini almış olsa da âhirinde yeniden
doğarak ışık vermeye devam etmiştir. Timur ve Karamanoğlu Mehmet Bey’in şehre
verdiği zararların ardından depremin de oluşturduğu tahribat, devletin ve
şehirlinin gayretiyle giderilmiştir.
Osmanlı
tarihinin dibacesi Bursa’yı havası, suyu ve mimarisiyle bir arada
kavradığımız Ulucami, bizlere tekrar medeniyetimizin ufuklarını hatırlatır. Mekâna
değerek havasını yumuşatan âbidlerin nefesleri ve hayran kalınan mimarinin
ardındaki zihin dünyası ziyaretlerimizi anlamlandırmamızda yol gösterici
işaretlerdir. Nasiplenenlerden olmak dileğiyle.
Kaynakça
1.
Fahri
Yıldırım, 14. Yüzyıldan Cumhuriyet Dönemi’ne Kadar Yabancı Seyyahların Gözünden
Bursa İlindeki Mimari Eserler, Doktora Tezi, Ankara, 2013
2.
Ayverdi,
E. H., Yüksel, İ. A., İlk 250 Senenin Osmanlı Mimarisi, İstanbul Fetih
Cemiyeti, İstanbul, 1976
3.
Ayverdi,
E. H., Yüksel, İ. A., a.g.e.
4.
Derman,
M. U., Mehmed Şefik Bey, TDV İslâm Ansiklopedisi, Ankara, 2003
5.
Kuban,
D., Osmanlı Mimarisi, YEM Yayın, İstanbul, 2007.
Münire Rümeysa Çakan