Ahmet Edip Başaran: Bir tarihin anatomisi: Tüm Zamanlar
Çağrışımları oldukça
zengin bir kelimedir tarih. İstediğiniz bağlamda yorumlayabilir; zaman, vakit, an,
geçmiş, soy, aile, kök, kimlik ve aidiyet kavramları çerçevesinde hem düşünsel
hem de duygusal bir çekim merkezi kurabilirsiniz etrafında. Tıpkı yer çekimi
gibi tarihin de bir çekim alanı vardır ve siz isteseniz de istemeseniz de o
çekim alanı sizi bir kök, kimlik ve mesuliyet duygusuyla mukayyet kılar.
Tarihsiz millet, tarihsiz insan diye bir şey yoktur. Türedi topluluklar bile
kendi varoluşlarını gerekçelendirme adına uydurma bir tarih mitinin ardına
sığınma ihtiyacı hissederler. Bu olgu, yukarıda zikrettiğim çekim alanıyla
ilgilidir daha çok. Çünkü geleceği görebilmen için şöyle bir geriye, geçmişe,
yani tarihe yaslanıp gözlerini dört açman gerekir. Bu sebeple tarih fikri
geçmiş, şimdi ve gelecek sarmalı içinde bir ana yol göstergesi gibidir.
Collingwood, Tarih Felsefesi Üzerine Denemeler
kitabında “Tarih ne içindir?” sorusuna tek cümlelik, kısa ve oldukça açıklayıcı
bir cevap verir: “Tarih, insanın kendini bilmesi (self-knowledge) içindir.”
İnsanın kendini bilmesi sadece kişisel niteliklerimizi değil, doğamızı ve
köklerimizi bilmeyi de tazammun eder. Tarihin değeri de bize geçmişte ne
yaptığımızı, dolayısıyla şimdi ne olduğumuzu göstermesinden kaynaklanır. Yani
geçmişle şimdiyi birbirine bağlayan bir ruh köprüsü söz konusudur. Aksayan,
zayıflayan, unutulan yönler, nitelikler bu ruh köprüsü üstünde enikonu bir
değerlendirmeden geçirilir. Bir geçmiş, kök ve kimlik sorgulaması yapılır. Çünkü
zaman kritik edilmediğinde bir krize dönüşme riski taşır.
İbrahim Tenekeci’nin son
şiir kitabı Tüm Zamanlar, bu
sorgulamanın ve kök/kimlik hatırlatmasının izleğinde bir ailenin hikâyesini
sunuyor bize. Bu bağlamda aynı tematik izlekte yazılmış, bütünlüklü ve aynı
zamanda mufassal bir şiirler toplamı kitap. Tenekeci, somut düzlemde bir tarih
fikriyle beraber o tarihin içinde akan “zaman” imajını bir aile şeceresi
üzerinden anlatıyor. Tüm Zamanlar
ismi bu çerçevede geçmişle bugün arasında kurulmuş, o sahici ve vazgeçilemez
bağları olması gereken yerde “bir” ve “benzer” kılıyor: İnsanın, yani bir
vatanın, yani aslında hepimizin hikâyesi bu. Sadece tarihi değil, zamanı da
parçalayıp bölen, birbirinden bağımsız kronolojik evreler ihdas edip vakti
“anonimleştiren” modern algıların tersine Tenekeci sadece kitabın ismiyle bile
bir bütünlük ve merkez/kök fikrini hatırlatıyor bize. Tüm Zamanlar’ı özellikle bu yönüyle de ele almakta fayda var.
İbrahim Tenekeci, doksan
kuşağı içinde kendine özgü sesi ve duyarlık evreniyle seçkin ve özel bir yeri
olan bir isim. Tüm Zamanlar,
Tenekeci’nin onuncu şiir kitabı. Üç Köpük’ten
Belki Başka Zaman’a uzanan dokuz
kitaplık şiir serüveninin devamında Tüm Zamanlar,
içerik olarak oldukça farklı ve ayrıksı bir yerde duruyor. Tenekeci şiirinin o
kendine has sade ve doğal üslubu, sözü yormayan rafine söyleyiş özellikleri ve
kelime ekonomisi bu kitapta da yine başat özelliklerden birisi elbette. Sonuçta
üslup sahibi bir şairden bahsediyoruz. Bununla birlikte Tüm Zamanlar, benzerine sadece Tenekeci şiirinde değil, Türk
şiirinde de pek rast gelmediğimiz bir içerik özelliğiyle öne çıkıyor. Bir
ailenin soyağacı, oldukça uzun bir tarihsel süreçle ve o süreçte yaşanan büyük
değişim ve dönüşümlerle birlikte şiirleştirilmiş. Bir anlatıya yaslanan
şiirlerin taşıdığı riskleri bilirsiniz. Şiir elbette bir hikâye değildir, ama
eninde sonunda bize bir şeyler anlatır. Tenekeci’nin, anlatı dilinin şiirsel
söylemi sıradanlaştıran ve düzleştiren risklerine rağmen oldukça başarılı bir
sınav verdiğini söyleyebiliriz. Bunda hiç şüphesiz Tenekeci şiirinin artık bir
alametifarikası olmuş rafine söyleyişin çok büyük bir katkısı var. Bununla
birlikte anlatı dilinin yer yer kendini gösterdiği dizeler de var ki bu da
içerik açısından bakıldığında son derece doğal. Sonuç olarak karşımızda 774
dizelik bir zaman/yol hikâyesi var ve bu hikâye hâlihazırda hepimizin de bir
hikâyesi…
Tenekeci, kitap için
yazdığı sunuş yazısında hem kitabın hem de kitabı oluşturan şiirlerin yazılış
gerekçesini anlatırken tüm zamanlara yayılan bir hikâyenin arka planındaki
tarihsel süreçle ilgili de açıklayıcı bilgiler veriyor. Bu bilgiler, hâlihazırda
okur için kitaptaki şiirleri anlama ve yorumlama imkânı sunuyor hiç şüphesiz.
Ayrıca kitabın sonundaki dipnot kısmı da hem sunuştaki hem de şiirlerdeki bazı
ayrıntıları daha yakından görmek için bir “pusula” hükmünde. Sunuş yazısı ve
dipnotlarla birlikte Tüm Zamanlar bağrı
yanık ve yaslı güzel Anadolu’muz için yakılmış bir türküye benziyor daha çok.
Tüten her ocak, bir türkünün ağıtına karışır Anadolu’da. Nasıl her türkünün bir
hikâyesi varsa her aile ocağının da hüzün ve umutla iç içe geçmiş bir hikâyesi
vardır. Bu hikâyenin içinde sadece insanlar yoktur. Köyler, evler, hayvanlar,
bitkiler, ormanlar, ağaçlar, tabiat, kısaca insana yoldaşlık eden her şey aynı
zamanda bu hikâyenin bir parçasıdır. Onlar silik birer ayrıntı veya fon değil,
bizzat zamanın ve insanın yoldaşı ve şahididir. Kitaptaki şiirler bu
yoldaşlığın ve şahitliğin de örneklerini sunuyor bize.
“Benim için ‘vefa makamı’
sayılabilecek bu metni, elli yaşından sonra kaleme almayı düşünüyordum. Fakat
ne olur ne olmaz diyerek, bu düşüncemi on sene erkene aldım.” (s. 7) Tenekeci’nin
sunuşta yazdığı bu cümle, kitaptaki şiirleri yazdıran ana fikrin özünü veriyor
bize. “Vefa makamı” deyişi, bize Necatigil’in şairlerin sırasıyla geçtiğini
söylediği gurbet, hasret ve hikmet burçlarını hatırlatır. Tenekeci şiirinde de
bu burçların izlerini sırasıyla gözlemleriz. Bununla birlikte Tenekeci şiirini
baştan sona besleyen ana omurganın “hayret” fikrinde temayüz ettiğini söylemek
gerek. Vefa makamı bana kalırsa bu hayret makamının doğal bir sonucu olarak
karşımıza çıkar. Hayret duygusu olan bir insan kendisine o hayreti bağışlayan
yaratıcıya, o hayrete vesile olana, hatırlatana karşı bir vefa hissi içinde
dolup taşar. Vefa ayrıca bir hayat tecrübesinin kalbî sorgulamasından geçirir
insanı. Bu bağlamda Tenekeci’nin “vefa makamı” hatırlatması “şiirsel dürüstlük”
açısından da oldukça kıymetlidir.
Tüm
Zamanlar, Kastamonu’nun Taşköprü ilçesine bağlı bir dağ
köyünün anlatısıyla başlıyor. Bu köy Çiftkıran köyüdür ve hikâyenin başladığı
yer orasıdır. Anlatının merkezinde aile ocağı olduğu için olsa gerek kitabın en
uzun şiiri “Çiftkıran Köyü” 271 dizelik bu şiirde bir dağ köyünü, aile
fertlerini, yöreye has adlandırmalardaki inceliği, yokluğu ve yoksulluğu gözlemleriz.
Gündelik hayattan capcanlı temsiller, yakın tarihin seferberlikle geçen zor ve
sıkıntılı zamanları, deprem ve yangın gibi afetler, köyden kente göçün
beraberinde getirdiği sosyolojik dönüşümler ilk şiirden başlayarak kitap
boyunca bir alt metin olarak bize eşlik eder. Şairin söyledikleri kadar
söylemedikleri de bu anlatıya dâhildir aslında. Bir dağ köyü ve o köyde
yaşayanlar kime/neye sığınabilir: “Buralar yabandır, ekonomisi / Bir şeye
dayanmaz, Allah’tan başka!” (s. 11)
Bir de doğayla insan
arasındaki yoldaşlığı ve insicamı anlatan şu dizeler: “Köyün karşısında Ilgaz
dağları / Köylüler bıkmadan ona bakarlar, / Herkesle akrandır, dahası var: / Sağ
görüşlü dağlardan biridir Ilgaz / Nitekim öyledir insanları da / Tesadüf
olamaz!” (s. 14)
Nasıl insanların bir
karakteri varsa yaşadığımız yerlerin de bir karakteri vardır. Şiirden yola
çıkarak Çiftkıran köyünü tanırken insan ile mekân arasındaki mütekabiliyet
ilişkisini ve o gözle görülmez sahih bağları da fark ederiz. Tenekeci, tabiatı
da o karakterin oluşumunda aslî bir kahraman olarak anlatır. Çekirdekten
yetişme ağaçlar, güzel bir manzara olan bostanlar, meyve ağaçları -ki “kır serdarları”dır
ve hep toprağa bağlıdırlar- kimseye yük olmadan uçan kuşlar… Yazıyla kışıyla,
baharda düşmeye başlayan cemreleriyle sadece tabiat değil, insan da her daim
bir tazelenme içindedir. Bununla birlikte Tenekeci akıp giden zamanın içinde bazı
hâllerin eleştirisini de yapar: “Su boldu köyde, buna rağmen / Bir avuç suyla
abdest almaya / Giderdi dedem, bu bitti sonra / Bilinmez oldu suyun kıymeti”
(s. 27)
Karakter bahsine ek
olarak yörenin insanlarını farklı ve özel kılan nitelikler “Ekmeğinden etmemek,
buğdayı bile” (s. 33) dizesiyle somutlaştırılır. Onlar aziz ve muhterem
insanlardır, çünkü: “Kaç dil bilirler, bilseniz bir; / Havanın ve toprağın, iki
/Ağaçların ve açların, üç / Gider böyle…” (s. 33)
Köylerde aileleri
tanımlayan sülale isimleri vardır. Aile şeceresi, bu sülale isminin etrafında
kümelenir daha çok. “Şabanoğulları” başlıklı şiirde soyağacının köklerini
okuruz. Çanakkale’de şehit düşen büyük dede, savaş ve yokluk, kimsesizlik bir
aile dramının yasını çoğaltırlar hep birlikte. “Ağıt yakmak ulusuma vergidir.”
diyordu Alâeddin Özdenören. Bütün ağıtları yaktığımızda küllerinden yeni
ağıtların yükseldiği bir tarihsel kesitten söz ediyoruz. Tenekeci’nin sunuş
yazısında da belirttiği gibi Osmanlı-Rus harbinden Millî Mücadele’ye ve İkinci
Cihan Harbi’ne, 1877-1944 yılları, milletimiz için korkunç bir yıkımı da
beraberinde getirmiştir. Dolayısıyla şair bu dilsiz ağıtları da sorgular: “Herkes
herkese: Bu nasıl afat? / Sadece yalnızlık açmış kapıyı, / Dağlarda bile
kalmamış takat / Kim tutacak bu yası?” (s. 38)
“Abdullah Oğlu Mustafa” başlıklı
şiirde ise Tenekeci, Yanık Mustafa’yı, yani dedesini anlatır. Konu dede olunca
doğal olarak çocukluk hatıralarının eşlik ettiği bir dünyaya gireriz.
Tenekeci’nin önceki şiirlerinde yazdığı dizelerin arka planına dair işaretler
de görürüz yer yer: “Dedem Abdullah oğlu Mustafa, beni, / A benim oğul balım
diye severdi. / Fakat öpmezdi, koklardı bazen” (s. 47) “Öpmezdi, koklardı,
dedem beni / İçine çekerdi, temiz hava gibi. / Ziyan olmayan emek, derdi
bizlere / Emek neydi?” (Ağır Misafir, s. 39) Dede imgesinin çocuk
muhayyilesinde karşılığı daha çok hürmet ve merhamet imajlarıyla belirginleşir.
Bir kişilik/karakter eğitiminden geçeriz dedelerin yanında. Hasan Aycın, bir
söyleşisinde dedeleri evlerden kovan modern hayatın acınası yoksulluğundan
bahseder. Tenekeci’nin dedesini anlattığı dizeler kendi şahsiyet gelişimine
dair ipuçları da barındırmaktadır.
“Mustafa Oğlu Ahmet”
başlıklı şiir şu dizelerle açılır: “Annesi öldüğünde babam / Beş aylıkmış daha,
yokluk zamanı.” (s. 53) Çocukluğun annesiz geçen o uzun geceleri sebebiyle
babanın mizacı serttir biraz. Severken acemi olması da bu sebebe bağlanır. Sütü
asla parayla satmayan, haklı olduğu bir tartışmada bile helalleşmek için
muhatabının ayağına kadar giden, gurbette köyünü, köklerini her daim hatırında
tutan bir karakter abidesidir baba: “Gözüm üstünde derdin dünyaya, / Veya öyle
gelirdi bana. / Taşlarda bile bir yaramazlık, / Sen olmayınca” (s. 64)
“İbrahim Kızı Huriye
Akkaya” başlıklı şiirde ise Tenekeci, annesini anlatır. Bir dönemin acı ve
ıstırapları, yokluğu en çok annelerin omuzlarını yorar elbette: “Yokluk
yıllarını anlatan annem / Ottan, yapraktan başka / Her şey bitti başımızda / Der
ve susar, bir müddet.” (s. 67)
Annenin anlattığı
masallar, hayal gücünü besleyip büyüten bir derinliğe sahiptir. Şair bunu dile
getirmekten çekinmez. Kitabın sonlarına doğru Şükrü dayıyla ve Feride yengeyle
tanışırız. Gençken başından geçen bir olayı heyecanla anlatırken birden en
olmadık yerinde susup “Uzun söz Kur’an’a yakışır derler, / Çok konuştum / Yeter.”
(s. 79) diyen bir insan güzelidir Şükrü dayı. Akabinde bir başka insanla
tanışırız: Çoban Hasan. Tüm Zamanlar’da
şahsiyetler, zamana ve insana dokunan sahici ve sarsıcı yönleriyle anlatılır.
Çoban Hasan da bize kutlu yalnızlığı, tevazuu, Allah’ın tabiatını hatırlatan
güzel insanlardan biridir: “Dilimizi bilmezsin, bildiğin / Allah’ın tabiatı.” (s.
81) Tıpkı zaman gibi insan da aslında bir nasihattir. “Son Olarak” başlıklı
şiirde ise Tenekeci tüm zamanlarda talibi olmamız gereken hikmetin izini sürer:
Mesuliyet ve yüksek ahlâk. “O suskun insanların bakışlarından” (s. 87) almamız
gereken derslerin başında bu ikisi gelmektedir. Devamında ahde vefa ve
samimiyet.
Kitapta yöresel
kelimelerin, yer adlarının sıklıkla geçmesi hem Türkçenin hem de halk
kültürünün zenginliğini gösteren bir dil tavrı olarak da yorumlanabilir: Kemre,
sergen, çebiş, şişek, şinik, kile, üvendire, soymuk zamanı, büvelek sineği,
Koyun Böğrü, Fadime’nin Düştüğü Kaya, Kurt Damı… Eser dil yönüyle de
incelenmeye değer. Tüm Zamanlar,
bağımsızmış gibi duran tarihsel dönemleri birbirine bağlayan, bir tarihin
anatomisini gözler önüne seren bir kitap. Kök yoksa bağ da yoktur. Eser, baştan
sona modern bir mesnevî örneği olarak da okunabilir. Tenekeci, tüm zamanların
içinden süzülüp gelen isimlerin eşliğinde hayata anlam ve mesuliyet aşılayan değerlerin
izini sürüyor bir bakıma. Bize düşen zamanın hakkını vermek ve asla unutmamak:
geçmişi, tarihi, kökleri… Çünkü geçmişi unutanları hem geçmiş hem şimdi hem de
gelecek unutur. Çünkü zamanın şah damarı insanın da şah damarıdır.
Ahmet Edip Başaran