Ayrılık Üzüntülerin Annesidir
isimli öykü kitabınız temmuz ayında Muhit Kitap’tan çıktı, tekrardan hayırlı
olsun. Öncelikle, Sibel Eraslan bugünlerde nasıl diye sormak istiyorum.
Nasılsınız?
Teşekkür ederim. İyi olmaya çalışıyorum.
Annemin vefatıyla sanki içimde bir yanardağ patladı ve ardından, epey uzun
sürecek hastane günlerim başladı. Hamdolsun daha iyiceyim. Üstat Necip Fazıl, “Müslüman
şu üçüyle sürekli imtihandadır.” derdi; “Sağlığıyla, itibarıyla, maddi
durumuyla.” diye de eklerdi. Gençken bunu çok fehmedemiyormuşuz. Hayatın içinde
yol aldıkça dostluğun ama hakiki dostluğun, en büyük itibar ve zenginlik
olduğunu fark ediyor insan. Dostlarımızla iyileşiyoruz. İbrahim Tenekeci Bey
hastane odalarında beni her ziyarete geldiğinde kalem, defter, kitap getirirdi.
Dışarıyı sorardım, “Pencereden gözüken şu ağaç gibi.” der, o vakte kadar hiç
dikkatimi çekmemiş bir ağacı işaret ederdi. “Bahar geldi.” veya “Sonbahar geldi.”
ya da “Kar yağıyor.” derdi... Bu son kitabımızda da emeği ve cesaretlendirmesi
çok oldu... Sağ olsun. Hayat çok kısa ve kâinatta bir zerre bile değiliz ama
ruh, “yakîn” olmakla, dostlukla anlamını arıyor...
Yeni öyküleriniz uzun bir aradan sonra kitaplaştı. Bu bekleyiş bilinçli bir tercih miydi ve kitabınıza etkisi ne yönde oldu?
Her iş, bir kaderle yürüyor. Demir tavında
dövülüyor, güneş zamanı geldiğinde doğup batıyor. Kuşlar bir kaderle uçuyor,
bulutlar ve denizler bir kaderle gidiyor, insanlar ve öyküleri de bir kaderle
yazılıyor. Kalemle yazı yazmanın özündeki öykünme, varoluş çabamızla ilgili.
Dünyalılığı ve hayatta oluşu unutmama hatta bir nevi tanıklık etme bilinciyle
çok ilgili yazmak. Niçin yazarız? Hikâyemizin değerli ve
anlamlı olduğuna inandığımız için yazarız, bir “Büyük Hikâye”nin içinde yazı yazdığımızı da bilerek, ama bu biliş,
çoğu kez unutkanlıkla da malûldür, delik deşiktir, titreyerek yazarız,
korkmamak için, soluğumuzun silinmemesi için, bir iz bırakmak için, büyük
yalnızlığımıza ve büyük kaygılarımıza bir teselli bulmak için yazarız... Niçin uzun bir ara derken, en son 2017’de Rumeli Rüzgârı adlı bir romanım
yayımlanmıştı. Evet, benim için uzun olmuş... Dalmıştım veya dağılmıştım,
diyebilirim. Uyumuşum, ölmüşüm, sızmışım da sonra da dönmüş, gelmişim diyelim.
Bilmiyorum, dönmemiş de olabilirim, biz edebiyatçılar abartıyı severiz.
Ayrılık Üzüntülerin Annesidir
kitabında, öykülerin her birinde ayrılık temasının farklı boyutlarıyla
işlendiğini görüyoruz. Bu öyküleri yazarken ve kitaplaştırma sürecinde nasıl
bir yol izlediniz?
Öykülerimi, bir kitap oluşturmak için yazmam
asla. Evet, romanda böyle bir eylem ve irade bütünlüğü söz konusudur. Ama öykü
biraz şiire, biraz şimşeği havada yakalamaya benzer, yani anidir ve kısadır,
kısıtlı bir zamanda anlatmanız veya kurgulamanız icap eder onu. Ayrılık ise,
elbette büyük bir konu hatta sanatsal bir kavram olmaktan çok ontolojik bir
başlangıç. Yani var olmanın özü; parçalanmaya, ayrılığa, kopmaya, çıkmaya,
düşmeye bağlı...
“Gizli bir hazineydim, bilinmekliği istedim.”
kutsi hadisiyle başlatırız varoluş hikâyemizi. Cenabı Hakk, bir şeyi murad
etmiş, istemiş, ol demiş ve kâinatlar saçılmış ortaya. Yani birden bire
çıkmışız ortaya... Bu aniden ortaya çıkış, bir kopuştur, ayrılıştır... Hz. Âdem’in
cennetten düşüşü bir ayrılık değil midir? Sürekli arayış içinde oluşumuz,
aslında çok eski zamanlarda ayrı düştüğümüz ilk evimizi aramakla, hatırlayışla,
hüzünle ilgili olmasın sakın? Parça, bütüne âşıktır. Özlediğimiz nedir?
Annedir, memlekettir, şiirdir, sevgilidir. Her ne olursa olsun kütle, parçacığı
her zaman kendisine çeker. Tıpkı Yahya Kemal’in Mehlika Sultan’a Âşık Yedi Genç şiirinde olduğu gibi, ayrılık
hüznüyle ve kavuşma gayretiyle insan sırra kadem basmayı bile göze alır. Bu
çekim hikâyesi, yani ayrılığın sızısı, hicran ve hüzün varoluşun özünde var...
Harfler, ayrı kaldığımız cennete mektup yazmak için icat ettiğimiz çizgilerdir.
Öyküleri
okurken ayrılığın bir tercih olarak değil de bir “zorunluluk” olarak
işlendiğini hissettim. Tabii ölüm, bunların başında geliyor; ayrılık mecbur
kaldığımız, hüznünü yaşayarak da hayatımızı şekillendirdiğimiz bir olgu. Gerek
ölüm olsun gerek gurbet olsun temelde bu his var. Bu konuda ne dersiniz?
Ölüm, ayrılıklar içinde en çarpıcı olanı, en
radikal olanı. Çok opak bir şey, kapısız ve sağır bir kale, geçitsiz bir dağ...
Bunu annem vefat ettiğinde fark ettim. Uzaklık, yakınlık, hâsılı mesafe benim
aslen başa çıkamadığım konular. Felsefi olarak da mesafe, zorlu bir konu benim
için. Kim uzaktır size ve kimdir daha yakın olan, bu çok karmaşık bir soru.
Kadın tarihi üzerine yaptığım araştırmaların sonucunda, uzun yıllar, dinler
tarihi ve medeniyetler üzerinde çalışma imkânım oldu. M.Ö. 10 bin yılında
yaşamış bir kadının macerası mesela bana uzak değil. Evet, o kadın zamanın
unutulmuş, havaya karışmış hatta yok olmuş kısımlarında bir hayat sürmüş ama
benim onu öğrenmeye, anlamaya, gün ışığına çıkartmaya dair çabam onunla
aramızda bir ünsiyet bağı kuruyor. Yani bana 12 bin yılın ötesindeki bir gurbetten
yakınlaşıyor. Perde perde bana geliyor. Hz. Fatıma’yla ilgili iki kitabım var;
birisi biyografik bir çalışma, diğeri roman... Bu süreçte, Hz. Fatıma sanki
1500 yıl evvel yaşamış bir hanım olmaktan çıkıyor, sanki her an yanı başımdaymış
gibi bir hâl alıyor. Ehl-i Beyt sevdasıyla yanıp tutuşan Fuzûlî ki şairlerin
şahıdır, yüreğindeki sevgisini şiirleriyle ölümsüzleştirdi. Onun şiiri,
mesafeleri aşarak Ehl-i Beyti bizim yakınımıza, kalbimize taşıdı... Eski
bilgeler; en güzel kalp, sevgiliyi hiç unutmayan, hep hatırlayan kalptir,
derlermiş... Asıl ölüm, unuttuğunuz zaman başlıyor, kalbinize çiselmediği
zaman; düşünmediğiniz, tahayyül etmediğiniz, rüyasına yatmadığınız zamanda
geliyor. Tahayyül çok katmanlı ve müthiş bir kavram. Çağırmak gibi bir şey.
Tahayyül, hikâye ve çağrı arasında çok ciddi bağlamlar var... Tahayyül
ettiğinizde, kalbinizde taşıdığınızda, ölümün öteki yüzüne geçiyorsunuz.
Tahkiyenin gerilimi de olan ile olmayan arasında kurduğu tahayyül bağlamıyla
oluşuyor zaten. Edebiyatın sırrı buradan yükseliyor; uzaktakini yakına çeken,
ölüm ile hayat arasında kısılıp açılan akordeon benzeri salınımları olan yeni
bir perspektif imkânı veriyor size... Gariplerin
Kitabı’nda sık sık gariplerin Allah’a yakın olduğundan söz eder Ian
Dallas... Gariplerin yurdu olarak gurbet, belki herkese uzak ama Allah’a yakın
bir uzam sunar bize. Ölüm ve gurbet temaları; parça ile bütün, seven ile
sevilen, göçmen ile ana yurt arasındaki gelişli gidişli mesafelere dair yeni
bir perspektif imkânı veriyor öykülerime...