Zeki Bulduk ile Söyleşi:
Öncelikle geçtiğimiz aylarda yayınlanan yeni kitabınız Evlat Babanın Sırrıdır, hayırlı olsun. Eser, bir başka coğrafyada var olmanın hikâyesini anlatan mektuplardan oluşuyor. Bu anlamda yaşadıklarınızı birer mektuba dönüştürme fikri nasıl ortaya çıktı?
Yol, biriktirir. İnsan yoldayken her ne kadar bitirse de bir şeyleri, yolda tamam olur. Yolda toplar. Çıkarır. Böler. Kendine kalan ise yoldaki hikâyelerdir. O hikâyelerin toplamıyız. Afganistan’ı üzerimde taşıyordum. Dostlarıma dağıtıyordum. Anlattıkça çoğalan bir şeye dönüştü Afganistan. İbrahim Tenekeci kulağımı çekti: ”Anlatma, yaz!” dedi. İçimde bir çağlayan gibi akan insanlara elbise biçmeliydim. Yoksa hem hasretleriyle hem de zapt edilmez bir hücum ile dilime dökülüşlerini durduramayacaktım. Hasretleri dinginleşti. Dilimde değil de bir kitabın sayfalarında daha bir güzelleştiler, yunup arınıp dost dimağlarda yerlerini buldular.
Neden Evlat Babanın Sırrıdır?
Kitaptaki on dört mektupta söz konusu edilen kahramanlarımın hepsinin de babalarıyla bir acıları vardı. Ya babasızdılar ya da yoğun bir baba yaraları vardı. Sanki, babaları gitmiş ve çocuklarını dünyaya sırlamışlardı. Tohum olarak buraya bırakmışlardı. Bu sözün kıymetli bir söz olduğunu biliyorum. Hatta Peygamber efendimize de yakıştırılmıştır. Evlat ve baba arasında bizde Freudyen bir sakatlık yoktur. Bizde en fazla ataerkil bir yaklaşımdan bahsedilebilir. Baba, dünya ile aramızdaki settir. Baba, dünyaya karşı sayedir. Baba, dünyayı okumaya başladığımız, yeni yeni yürümeye başladığımız aile adı verilen okulun müdürüdür. Babanın bir bakışı bile düşman kalelerini yerle bir eder, yanlış yapan evladın ayaklarını geri çekmesine sebep olur, gölgesi bile yeten bir varlıktır. Babası olmayan ne yapsın? Evlat ve baba arasında dile dökülemeyen o sırrı hissetmek, hem evlat hem de baba olarak bu en kadim sırrı biraz olsun açmak için yazdım.
Afganistan’da zaman nasıl geçerdi?
Orada zamanın doğuşunu incecik afganisini giyip rızkını aramak için yollara düşen insanların yüzlerinde okur, vaktin altında Ravza’daki ak güvercinlerin cami avlusunda yıkanmaları gibi gusül alır, an gelir Belh’in köylü çocuklarını görünce dünyanın en bakir yurdunda olduğunuzu fark eder ve şükredersiniz. Zaman, var olmuş bir şeydir Afganistan’da. Gün sabah ezanıyla başlar, yatsı ezanıyla biter. Ayetteki gibi, düşünmek ve dinlenmek için gecenin içine giden insanlar vardır orada. Afganistan’da hayat benim için hayret ederek ve hayran olunarak geçerdi. Her gün hayran olacağım ya da hayret edeceğim bir muhteşemlik mutlaka olurdu. Ülkemde ya da başka ülkelerde unuttuğum bir şey dirildi oradayken: basit olanın mükemmel olduğu. Diri bir hayatın varlığı. Sokağın, politikanın, modernlerin gündüzünün yıkamadığı basit olanın güzelliği. Afganistan’da günlerim şükrederek, insan olarak yaratıldığıma hamd ederek geçti. Kul olmanın, insan kalmanın değerini hissetmediğim günüm olmadı, şükür!
''Bir ah duydum, o sesin peşi sıra gittim Afganistan’a. Ölümün vizesinin verildiği, pasaportun son kez tasdik edildiği o ülkede Hacı Ata’yı dinlediğimde gözüm, kulağım, idrakim açıldı. Dilim bağlandı.''
O toprakların sizde bıraktığı silinmez iz nedir?
Gerçek. Gerçeğe Afganistan’da yaklaştığım kadar hiçbir yerde yaklaşamadım. Kokusunu aldım buralarda. Ama orada, ölüm ile doğum yan yanaydı. Hayatın o savruk, bıkkın, bezgin, bunaltılı hali yoktu. Doğum neşesi ve ölüm sükûtu. Torak gerçekti. İnsanlar gerçekti. Ölümler gerçekti. Bulaşmamışlardı. Karışım yoktu. Sade idi. Her şey ne ise, oydu. Bizde maalesef bir şey, bin şeye bulaşmış vaziyette. Bayram günleri, düğünler, tanışmalar için Afgan elbisesi afgani diktirilir çarşılarda. O elbisenin ucuzu, pahalısı hepsi bir şeye hizmet ediyordu: İnsanlara. İnsanların kıymet verdiği şeyler vardı burunlarının ucunda ölüm dolaşsa da… Toprak üzerine secde eden adamlar da gördüm, dünyanın en pahalı halıları üzerinde secde edenleri de… Hepsi de namazdan sonra o mükemmel yeşil çaydan ikram ettiler. Dünya işte bu kadardır, dercesine. Ferah bir çay içecek ve gideceğiz, yeter ki selamımız yerde kalmasın, diyorlardı. Evet, gerçeğin izi bulaştı alnıma o topraklarda.
Farklı bir ülkede onlarca hikâyeye dâhil olmak, onları mektuplarla kayıt altına almak bir anlamda hatıraları diri tutma eylemi, unutmaya karşı bir direniş. Hz. Ali’nin Huzurunda başlıklı mektupta o mekânı yaşıyor, sırra vâkıf oluyoruz. Bu temas nasıl diri kalıyor?
Bazı şarkılar vardır, sussanız da dilinize gelir. Olur olmadık yerde dilinizden dökülür. Hz. Muhammed olmasaydı Hz. Ali de olmazdı. Ali’yi (k.v) Ali yapan Hz. Muhammed’dir. Onun sevgisidir. Ona olan bağlanmasıdır. Şimdi, Ali sevilmez mi, Ali?! diyesim geldi. İran’da bulunduğum yıllarda Tasua’ya (Muharrem etkinlikleri) çok katıldım. Sinezenleri dinledim. Bazen ben de onlarla birlikte döşümü dövdüm. Hz. Hüseyin için ağladım. Bir o kadar da cam zehriyle şehit edilen Hz. Hasan’a ağladım. Belki garip gelecek, Nusret Fatih Ali Han’ın Ali Molla’yı her dinlediğimde Hz. Ali’nin huzurundaymış gibi heyecanlandım. Kişi sevdiğiyle beraberdir. Hz. Ali’yi çok sevdim. Belki de bu sevmenin yüzü suyu hürmetine beni makamına, şerefli mezara çağırdı. O şerefli mezarda; Güneş her yere ışığını aynı şekilde, esirgemeden verir, varsın Ali’nin kabri bozkırda ya da iki dağ arasında desinler, sözünün bir nebze hakikatine erdim. Belhli Molla Muhammed Can’a sevdalanan Heratlı güzel kızın yazdığı “Bia ki barem ba Mezar” uzun yıllar dilimden düşmedi. O şarkıya, o şarkıdaki güllere ve ak güvercinlere, Molla Muhammed Can’a, o güllerle dolup taşan avluya daha gitmeden meftun olmuştum. Sanırım oraya çağırdılar. Zira bir şarkı ve Ebu Türab’ın sevgisi diri tuttu beni. Ve nasip oldu Kadiri dervişlerinin zikrine buyur ettiler Hz. Ali makamının yan haziresinde. O an geçmiş ya da gelecek, kaygı ya da şu an yoktu. Sanki ruhlar âlemindeydik. Eyvallah!
Zeynep Tuna