Benim Dağlarım Kitabıyla TYB Deneme Ödülü’ne Değer Görülen Dursun
Çiçek İle Söyleşi:
Benim
Dağlarım bir
anlamda dağlara sığınmanın denemesi. Kitap boyunca dağlarda kaybolmayı hayal
ediyoruz. Çiçekdağı’nda, ’’Dağ nedir dede?’’ sorusuyla başlıyor ilk temas. O
günden bugüne sizin dağlarınızda neler değişti, neler hâlâ bıraktığınız yerde?
Modern insanın mekân tasavvuru
ait olma değil sahip olma üzerine kurulu olduğu için elbette ki dağ onun için hiçbir
anlam ifade etmiyor. Tıpkı ev, sokak, şehir tasavvurunun bir anlam ifade
etmediği gibi… Hayatın ve yaşamanın ne olduğuyla ilgili bir fikri yok modern
insanın. Dağı da evi de şehri de iktisadî konumu ve anlık hazları, hırsı belirliyor.
Zaten iki yüz yıldır insanlar tabiata bir istismar unsuru olarak bakıyor.
Aidiyeti olmayan, insanı sadece seyirciye indirgeyen turistik bakış neredeyse
tüm insanları belirlemeye başladı. Bunun için de şehirler şehir, evler ev
olmadığı gibi dağlar da dağlar değil. İnsanlar, gölge, dulda, dost, arkadaş,
komşu gibi insana ait aidiyetleri bilmiyor artık. Dolayısıyla insan tek
başınalaşıyor gittikçe. Buna paralel olarak da dağ ıssızlaşıyor, yalnızlaşıyor.
Eskiden dağları dedem başta olmak üzere konuşabileceğim, anlatabileceğim ve
anlayabileceğim az da olsa insanlar vardı. Şimdi onlar da topraktan, dağlardan,
zamandan ve mekândan kopuyorlar. Mekanik zaman ve tabiat telakkisi insanları
geri dönülmez bir girdaba soktu. Dağlar artık sadece bir resim, sadece bir
fotoğraf veya piknik yapılacak yerler konumuna indirgeniyor. Bir gösteri
malzemesi haline getiriliyor. Bu çok vahim bir durum.
Dağı
olan şehirler diğerlerine göre şanslıdır diyorsunuz, bir dağın şehre kattığı en
gerçek şey nedir?
Birincisi aidiyet ve güven
duygusu. İkincisi ise gönlün ne olduğunu bilmek. Dağ duldadır, dağ gölgedir.
Yüce olanın insana tecellilerinden biridir. Dolayısıyla dağların duldasındaki
şehirler, o şehirde yaşayan insanda tabiat, toprak fikrinin hatta cennet
fikrinin süreklilik kazanmasını ve diri olmasını sağlar. Dağı olan şehrin
insanları küllî bakışı kaybetmezler. Bütüncül bakma ve görme insan için çok
önemlidir. Öte yandan dağlar insana huzur verir. Güven duymayla ilgili bu. Biz
rahmeti ve bereketi de iyi insanları da dağların ardından bekleriz. Bundan
dolayı da insan dağı gördükçe umudunu yitirmez. Dağ ona sürekli olarak bir
ruhunun ve gönlünün olduğunu hatırlatır. Hayata karamsar bakmaz. Dağla konuşur,
dağla avunur, dağla sohbet eder. Sırrını dağlara söyleyerek dağların sırrını da
öğrenmiş olur. Dağları olan şehirlerin insanlarında pür bir rasyonalizm
göremezsiniz. Aynı şekilde pür bir mistisizm de olmaz. O vasatı her daim yaşar
ve hisseder. Dağların denge, mihenk olması unutulmamalıdır.
Sizin
deyiminizle eskiler hep dağlardadır.
Yeni ise dağın çağrısını duyamayacak kadar uzakta. Yeni olan neden dağın
dışında kaldı?
Eski, mekâna aidiyetle yaşar.
Yeni ise mekâna boyun eğdirir. Mekânı ehlileştirme ve uygarlaştırma
“ilkelliğinden” kurtarma yeninin en temel göstergeleri. Bu maalesef Aydınlanma
sürecinde Batı’da ortaya çıkmasına rağmen sonuçları bizde daha yaygınlaştı ve
daha tahrip edici oldu. Eskiler için dağ bir görünendir. Var olandır. Varlığın
tecelli ve tezahürüdür. Yeni için ise o sırf bir görüntüdür. Kimisi için
turistik, kimisi için iktisadî, kimisi için siyasî bir görüntü ve imge. Az önce
de belirttiğim gibi kimisi için bir resim, kimisi için ise bir fotoğraf. Böyle
olunca yeniler için dağ hayatın dışında kalıyor. Oysa dağ, toprak, mekân
hayatın içinde, biz de o için içindeyiz. İnsanın hayattan kopması ile mekânın
hayattan kopması aynı şey. Bugün modern insan mekânsız olduğu için dağı
anlamıyor, göremiyor ve bilemiyor. Çünkü tıpkı bugünün şehri, evi gibi dağ da mekânsız…
Nedir
dağlaşmak?
Müteâl olanı bir an olsun
unutmamak. Varlığın görüntüden ve gördüklerimizden ibaret olmadığını bilmek. Bu
anlamda dağlaşma kemale ermek demektir. Dağı öteye bir geçit bilmektir. Dağı
öteden bir temsil bilmek ya da. Dağlar müteâl olanın tecellisi olduğu gibi
bizim de öteye geçme çabamızın tezahürüdür. Dolayısıyla bizdeki yücelme arzusu
dünyanın geçiciliğinin bilinci ile geldiğimiz yere yeniden gitme çabası.
Kaybettiğimiz yerlere ulaşma çabası. Dağ ve dağlar bunun en önemli temsili.
Eşya ve hadiselere küllî bakabilme ve küllî görebilme. Dağ gibi insanlar derken
de biz gölgesi, duldası olan küllî anlamda bakan ve gören insanları kastederiz.
Dolayısıyla dağlaşmak gönlü olmak demek, duldası olmak demek, sevebilmek,
anlayabilmek demek. İnsanın var oluş gayesinin bilinciyle emaneti hem dağ hem
de kendi ekseninde idrak edebilmek demektir.
Kavuşmanın,
ayrılığın, dargınlığın bazen de ilahi bir buluşmanın vatanı olmuştur dağlar,’’insan mekânı en iyi dağda anlar’’. Peki,
dağda zaman nasıl geçer?
Belki de dağda zaman değil insan
geçer. Dağda insanın içinde bulunduğu küllî bağlam geçiciliği, zamanı, mekânı,
kalıcılığı, varlığı ve yokluğu anlamamızı sağlıyor asıl. Bundan dolayı da bugün
artık en çok dağlarda yakınlaşıyoruz fıtratımıza. Yılların bizi nasıl
yabancılaştırdığını, zamanın bizi ne hale dönüştürdüğünü dağlarda daha yalansız
ve yalın bir biçimde anlıyoruz. Bu anlamda dağ bir türkü olur, dağ bir şiir
olur, dağ bir ağıt olur.
Aşık Yunus’un dediğidir bu:
Adım adım ileri,
Beş âlemden içeri,
On sekiz bin hicabı,
Geçtim bir dağ içinde.
Yetmiş bin hicab geçtim,
Gizli perdeler açtım,
Ol dost ile buluştum,
Gördüm bir dağ içinde.
Dolayısıyla dağda zaman mekanik olmadığı için belki de geçmez. Orada geçmiş ve gelecek anda görünür. Yine Yunus’un dediği gibi orada dağın bir kalp olduğunu da daha iyi anlar insan.
Kalpten büyük dağ olmaz,
O Allah’a doyulmaz.
Sohbetine kanılmaz,
Erdim bir dağ içinde.
Dolayısıyla her şeyin başı kendini bilmek… Kendini bilen
“kentini” de, “evini” de “dağını” da bilir. Dağlar varlığa Hak’ça bakmanın yeri,
Hak-sız bakmanın değil… Dağlar vasıtasıyla sığınılan da yakarılan da
Hak’tır. Hak-sızlığa karşı durmak için sığınırız, gideriz ve bakarız dağlara.
Zeynep Tuna