Yeni
öykü kitabınız Geceleyin Bir Mümkün,
geçtiğimiz aylarda yayımlandı öncelikle hayırlı olsun. Edebiyatla olan temasın
öyküye dönüşmesi ve kitaplaşması sürecinden biraz bahseder misiniz?
-Teşekkür ederim. Başlangıca gidersek manalı sözlerin ruhumu
derinden etkilemesi edebiyatla ilk temas sayılabilir. Güzel, manalı sözü fark
etme, bundan hoşlanma ve yeniden üreteni olarak ona dâhil olma arzusu. Öykü
türü çok bilinçli bir seçim değildi. Benim için önemli olan yazmaktı. Dünyaya
söyleyecek sözüm vardı, öyküleşip kitap hâline geldiler.
Apaçık
bizi karşılayan
ilk öykü, Ölen ağabeyimin yerine doğmuşun
diyerek güçlü bir giriş yapıyor Murat. Ölenin değil kalanın konuşulduğu, gerçeğe
yakın bir çizgide, apaçık. Siz ne düşünüyorsunuz?
-İnsan aynaya bakar ve bu kim diye sorar. Belki
oradaki görüntü de asıl sen kimsin diye bakış fırlatır. Ben kimdir? Bu
soruların alt metinde irdelendiği bir hikâye. Her okurla kendi anlamını da
doğuracaktır. İster taş parçası olsun ister zümrüt, bu hikâye benim,
diyebilmeli. Murat’ın hikâyesi o.
Kitabın
dikkat çeken öykülerinden biri de, Bir Hanımefendi’nin Mağarası.
Başkarakter bir kadın, mağarası ise onun başucu, bir hanımefendi’nin
konuşamadıkları belki de. Bu öyküde son ana kadar ritmini koruyan bir kurgunun,
mekânın içine dalıyoruz. Cengiz Bey’den
tutun da Fikret Bey’e kadar tüm karakterler kadın karşısında bir yüzleşme
olabilir mi?
-Edebi metinlerde anlam tek
ve herkes için aynı olan değildir. Anlam dünyası geniştir, muğlaktır; bu yüzden
yorumlanmaya açıktır. İnsan olmak mesul olmaktır. Gözlerin varsa görmeye
başlarsın, gördüklerinden mesul olursun, kanarsın, acırsın... Var olmanın
bedeli vardır. Bu hikâyede insanın Tanrı
olup olmayacağı, olsaydı, en eşsiz yaratım olan insanı yaratabilseydi neler
hissedebileceğine dair yorumların yanında yaratılanın yaratılmışlığıyla ilgili
ve yaratıcısı ile kendisi arasındaki bağa dair yorumlar da var. Başkarakterimiz
kadın ve kendine bir mağara kurup, döllenme yeri adeta, burada çamurdan
heykeller var ediyor. Kimisinin gözü yok, kulağı yok vs. Bunun bir amacı var.
Kendi yarattığı dünya yaşadığı dünyaya benzemesin istiyor. Peki niye? Bunu okur
düşünsün. Leyla Hanım tam bir insan gibi, her şeyi tam. Ve bu tamlık ona
diğerlerini uyandırma, hükmetme gücü veriyor. Burada cinsiyet göz ardı edilemez
tabii. Sosyolojik, ontolojik, edebî okumalarını okura bırakmak daha doğru
geliyor bana.
Zaman
zaman şiir de yazıyorsunuz, bu edebi çeşitliliğin birbirlerine yansımaları
nasıl oluyor? Hem yazar hem de okur olarak sizi nasıl etkiliyor?
-Şiir, roman, tiyatro, öykü
gibi türler biçimsel olarak birbirlerinden ayrılırlar. Sözün, mananın,
düşüncenin, duygunun insanda anlamına kavuşup kendini sunması veçhesiyle de birleşirler.
Velhasıl hepsi de insanı anlatmada bir imkân, zaman ve zemine göre. Her devir
kendi türünü bir şekilde doğuruyor. Muhakkak ki şiir ve öykü birbirlerini
besliyorlardır. Fakat bu cümle, şiiri, öyküden bir ağaç ile taşı kıyaslar gibi de
ayırıyor. İkisinin döllendiği kaynak farklı değil ki. Yaratıcı zihin ve duygu
dünyasının yansımaları.
Kitapta
karşımıza bir ölüm izleği çıkıyor, bu bazen vurucu bir biçimde bazen sakin bir
tonda ilerliyor. Kurmaca metinlerde ölümün işlevinden biraz bahseder misiniz?
-Kurmaca metin gerçekliği
yeniden kurmaktır, yeniden bir gerçek yaratmaktır. İnsanın kelimelerin ötesindeki
dünyayı kurgulayabilmesini çok isterdim ama dil ile sınırlandırılmışız. Bu
hududu hayalin bile hayal edemeyeceği âleme genişletmek bu bedende ve burada
mümkün değil. Ölüm dilin evinde insanı düşündürten, çarpan en büyük hakikat. Belki
gözlerimi belertip ona bakmaya çalıştığım için kitapta bu izlek öne çıkıyor.
Çünkü varım ama yok olacağım. Ne büyük dehşet. Öte yandan ölümün işlevi, rüzgârın işlevinden
daha başka bir hakikat değil kurmacada. Kurulan dünyanın hakikatleri her biri. Önem
dereceleri farklı. Ölümün işlevi şudur
diye net cevaplar veremem, cevabı ben de bilmiyor olabilirim. İnsanın yarattığı
dünyayla baş edemeyişi belki. Karakteri öldürüp hikâyeyi sonlandırma.
Bir
an geliyor gerçek bize çarpıyor, bir an geliyor öylece masalsı bir havanın
içine dalıyoruz öykülerde, ama hiç kopmuyoruz. Yerine ölen, Annem ve Mikail,
Tuz Adam bu tarz öykülerden bir kaçı. Kurgudaki bu atmosferi nasıl
yakalıyorsunuz?
-Ruhunda hissedebildiğin şey
kendi dünyasını kuruyor. Hissetmediğim şeyleri yazmıyorum. Hissettiğim şeyi de
edebî becerilerimle, teknik bilgilerle kâğıda geçiriyorum. Biçimin atmosferi
yaratmada çok büyük yeri var. Ben bunun ön koşulunun hissettiğin hikâyeyi
yazmak olduğunu düşünüyorum. Tıpkı insan gibi. Kaşları, ağzı, ayakları belli
yerlerde ve düzene sahip. Ama bedene can veren ruhtur.