logo

Arif Ay: Geleceği belirleyen bugünkü mesaimizdir

Arif Ay: Geleceği belirleyen bugünkü mesaimizdir

SORULAR: YUNUS KARADAĞ


Edebiyat dergisinde yayımlanan ilk şiiriniz “Denizi Giymek”te “öfkemiz sevgimizden sıcak şimdi” diyorsunuz. O şiirden şimdiye öfkenizde, dünyaya karşı duruşunuzda bir değişme oldu mu, bu dünya, yaşananlar bugün size ne hissettiriyor?

“Denizi Giymek”ten (1975) bugüne öfkemde de dünyaya karşı duruşumda da hiçbir değişiklik olmadı. Hatta öfkemin daha da arttığını, bilendiğini, keskinleştiğini söyleyebilirim. Çünkü inancım açısından o günden bugüne dünya daha da bozuldu. Bugün Müslüman olduğunu söyleyen topluluklar, milletler Batı karşısında zelil bir durumdalar. Bu kahredici bir durum. İslâm’ı temsil ve yaşama hususunda çok büyük ihmallerimiz, hatta ihanetlerimiz var. İslâm’a en büyük kötülüğü ona inandık diyen bizler yapıyoruz. Allah’ın yeryüzüne barış ve saadet için gönderdiği yüce dinin ne hâle getirildiğini görmemek için kör olmak lazım.

Mehmet Narlı, Muhit Kitap’tan çıkan ve seçilmiş şiirlerinizi ihtiva eden Puslar İçinde isimli eserinizin başındaki “Arif Ay Şiirinin Derdi ve Ahlâkı” başlıklı yazısında şairleri yerinde sayan ve yerinde duran şeklinde tasnif edip sizi de yerinde duran, cepheyi terk etmeyen bir şair olarak niteliyor. Sanatçı için bu nöbet sorumluluğu bir gereklilik midir?

Evet, gerekliliktir. Mehmet Narlı Hoca’ya tespitinden dolayı teşekkür ederim. Yazmaya başladığım günden bugüne dünya görüşümde hiçbir değişiklik ve sapma olmadı. Mehmet Narlı Hoca bunu şair ahlâkı olarak niteliyor. Sanat ve düşünce dünyasında saf değiştirenlere ya da yerinde sayanlara rastlamak mümkün. Sanat yolculuğu uzun, çetin ve zor bir yolculuktur. Büyük özveri ve sabır ister bu yolculuk. Çoğu insan yolun başında ya da ortasında pes eder. Başka uğraşlara yönelir. Bazıları da yön değiştirir. Dün milliyetçi olan birinin bugün solcu, dün solcu olan birinin bugün milliyetçi olması gibi… Bu yön değiştirmenin fikrî bir tekâmül neticesinden ziyade kişisel çıkar için olduğu kanaatindeyim. Fikrî tekâmül sonucu değişimlere saygı duyarız elbette.

Bir sanatçının neşet etmesinde istikrar ciddi bir unsur, siz sanatla istikrar arasındaki bağı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bir önceki soruyu cevaplarken az da olsa değindim bu konuya. Yazarlık, şairlik; işinize yoğunlaşmayı, bir adanışı gerektirir. Hem okuyarak, düşünerek kendinizi yenileyeceksiniz hem de özgün, sanat değeri olan metinler ortaya koyacaksınız. Bu, hem bir istikrarı hem de uyanık bir bilinci gerektirir. Özellikle Müslüman olduğunu iddia eden şair ve yazarların öteki şair ve yazarlara göre işleri daha da zor. Öncelikle İslâmî bir hayatın tesisi için çaba göstermek zorundayız. Biz Bâkî’den de Fuzûlî’den de Şeyh Galip’ten de daha zor bir hayatın içindeyiz. Dünya görüşümüzün dışında bir hayatı yaşıyoruz çünkü. Biz hem sanatımızı inşa edeceğiz hem de dünyadaki yanlışları sorgulayarak kendi inancımızın hakikatini insanlara anlatacağız.

Şiir yazmanın insana bir zararı dokunur mu, siz şiir yazmanız sebebiyle herhangi bir kayba uğradığınız mı?

Zarardan ne murat ettiğinize bağlı. Eğer makam mevki, servet kastediliyorsa ve bunlara sahip olmamak zarar olarak görülüyorsa evet zarardasınız. Böyle hevesleri, beklentileri olanların şiire hiç bulaşmamaları gerekir.

Şiir yazmak benim için en büyük zenginliktir. En büyük aşktır. Fuzûlî ustamızın dediği gibi: “Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabip / Kılma derman kim helâkim zehri dermanındadır”

Şiir yazmak, çileye talip olmaktır. Bu fikir çilesidir, ruh çilesidir. Çileye katlanmak gerekir. Şiir; hava atmak, hava almak işi değildir. Namdar Rahmi Karatay’ın dediği gibi “Yanmadan mükemmelen pişmektir.”

Edebiyat geleneğimizde usta-çırak müessesesinin önemli bir yeri var fakat bu tür bağlar gün geçtikçe azalmakta. Siz de başta Nuri Pakdil olmak üzere birçok kıymetli isimle yol yürüdünüz. Genç edebiyatçılar açısından düşününce bu müessesenin müspet ve menfi yönleri nelerdir?

Usta-çırak ilişkisinin bence menfi bir yönü yok. Usta-çırak dendiğinde çoğu insanın zihninde sanayideki ustalar, çıraklar canlanıyor. Oradaki ustaların çoğu çıraklarına asla ustalık payesi vermezler. Çünkü her alanda olduğu gibi sanayide de emek sömürüsü hâkimdir. Usta, çırağın iliğini, kemiğini sömürmeden ona “Usta oldun artık” demez.

Belirttiğiniz gibi usta-çırak ilişkisi bizim geleneğimizde var olan bir ilişkidir. İnsan birtakım şeyleri kendinden öncekilerden öğrenir. Onların tecrübelerinden yararlanır. Usta-çırak ilişkisi, insanın sanatında daha kısa sürede yol almasını sağlar. Çırak demek, ustaya mahkûm olan demek değildir. Usta da yeteneksiz birini çırak olarak almaz yanına. Usta, yol göstericidir. Çırak da yol alandır. Ustanın yol göstericiliği ilelebet değildir kuşkusuz. Çırak kısa sürede kendine özgü bir sanat ortaya koyarak ustasına olan borcunu ödemiş olur.

Necip Fazıl, “Arı bal yapar fakat balı izah edemez” diyor. Bugün görebildiğim kadarıyla eserle yazar arasında bir dengesizlik söz konusu. Eserinden çok sesi çıkan, yazdıklarını beş kavanoz balı yüz TL’ye satar gibi durmadan anlatanlar var. Sizce şairin eserini ortaya koyduktan sonraki süreçte şiiriyle arasındaki mesafe nasıl olmalıdır?

Şair, şiirinin ya da şairliğinin pazarlamacısı olmamalı. Şiirini birtakım yerlere gelmenin, birtakım imkânlara sahip olmanın, isim yapmanın aracı olarak kullanmamalı. Benim kuşağımın şairlerinin çoğu “Ben şairim” demeyi bile edebe aykırı bulurlardı.

Şair önce şiiriyle kendini sınavdan geçirmeli. Şiir önce şairini olgunlaştırmalı. Bu, bir kimlik ve kişilik meselesidir. Belirttiğiniz gibi bugün öyle tuhaflıklar sergileniyor ki insanlar yaptıklarının bin katı bir görünürlük peşinde koşuyorlar.

“Çok iyi kitaplar, dergiler çıkartabiliriz, bunları binlerce kişi okuyabilir ama bizi bir yerden alıp bir yere götürmüyorsa işe yaramaz. Edebiyat dergisinin bize verdiği temel inanç buydu; edebiyat yapmıyoruz, eylem yapıyoruz” diyorsunuz bir söyleşide. Bu bağlamda günümüz dergiciliğini nasıl değerlendirirsiniz?

Günümüz dergiciliği ne edebiyat okuru yetiştirme ne de şair yetiştirme hususlarında okul işlevini yitirmiş durumda.

Yazmaya başladığım 1970’li yıllarda çıkan her derginin kendine özgü bir duruşu, sanat anlayışı vardı. O yılların dergilerinin yazar ve şair kadroları vardı. Söz gelimi Diriliş’te yazan bir şairi Varlık’ta göremezdiniz veya tersi, Varlık’ta yazan bir şairi Diriliş’te ya da Edebiyat’ta göremezdiniz. Bu durum, dergilerin misyonlarına sahip çıkmalarının, kavi bir duruş sergilemelerinin bir işaretidir.

Genç şair ve yazarlar o dönemlerde yayınevlerinin kapısını değil, önce dergilerin kapısını çalarlardı. Dergilerin şair ve yazarlarıyla tanışırlardı. Dergi yöneticileri belli bir kaliteye ulaşmamış ürünleri asla yayımlamazlardı. Genç şair ve yazarların şiir ve yazıları üzerinden yol gösterici eleştiriler, değerlendirmeler yaparlardı. Bugün bunların yerinde yeller esiyor.

Elindeki şiiri beş dergiye birden gönderen, hangisi yayımlarsa kendini şanslı gören gençler var. Çoğu burunlarından kıl aldırmayan, eleştiriye tahammülü olmayan, şiirin kendisiyle başladığını sanan, hiçbir usta şairi okuma gereği duymayan şair, yazar aday adayı kol geziyor ortalıkta. Bu da ayrı bir dert.

Sanatçı gelecekle nasıl bir bağ kurmalı ve son olarak Türk şiirinin geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Türk şiirinin geleceği nasıl olur, bilemem. Bugüne baktığımızda bir dağınıklıkla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilirim. Günümüz şiirinin büyük bir bölümü gelenekten kopuk bir çizgide seyrediyor. Bu kopuşun iki boyutu var. Birincisi düşünce boyutu, yani dünya görüşü belirsizliği; ikinci boyut ise poetik yapıdaki gevşeklik, ince eleyip sık dokuma çabasının eksikliği. Bunun bir başka tezahürü de dildeki yavanlık. Yine de şiirimizin geleceğinden umutluyum elbette.

Sanatçı gelenekle bağını sıkı tutarsa, kendi medeniyet değerlerinden beslenirse, o değerleri özümserse, evrensel bir bakış açısına sahip olursa gelecekle de bağını kurmuş olur. Çünkü geleceği belirleyen bugünkü mesaimizdir.