SORULAR:
BEKİR SALİH YAMAN
Kıymetli
ağabeyim evvela ilk nesir eserinizi tebrik ederim. Uzun bir yolculuk oldu nesir
sizin için, Sahipsiz Güzel bu manada da çok kıymetli bir noktada
duruyor. Eserde bulunan yazılarda şiirsel bir alt metin seziliyor. Bu minvalde
şiir-nesir ve şair-yazar ilişkisini nasıl ele alırsınız?
Güzel dileklerin için çok
teşekkür ederim Bekir Salih. Doğrusu yazma eyleminin bizatihi kendisi uzun bir
yolculuktur. Çünkü yazının öz suyu hayattır. Yazmakla yaşamak arasında öteden
beri sahici bir bağ kurmuşumdur. Aslında bir gölgede dinlenme anı kadar kısa
olan hayatın hikmetini, bize uzun gibi gelen yaşanmışlıklardan devşiriyoruz
biz. Yazı bu hikmeti hatırlatan bir ibret vaizi gibi konuşmuyorsa içimizde,
kalemi kırıp kenara çekilmek en iyisidir. Şiirsel bir alt metin tespitine
katılıyorum çünkü üç kitaptan oluşan bir şiirler toplamı var ardımda. Nesir
yazarken içimde her zaman şiirin gücünü, dirayetini hissetmişimdir. Elbette
arasındaki sınırlara riayet ederek. Yoksa şiir şiire benzemeli, nesir nesire.
Sınırları ihlal, mecazın ve fikrin gardını düşürür, kelimelerin kan şekerini
düşürür. Şair ve yazar tanımlamalarına gelecek olursam her şair bir yazardır da
aynı zamanda ama her yazar bir şair değildir. Bunu yazma eyleminin mahiyeti
bağlamında söylüyorum. Şiirin varsa şairsindir. Ötesini tartışmak kelime
israfıdır. Geleceğe kalmayla ilgili arzu ve beklentiler bana trajik bir masal
gibi görünüyor. Masal trajik olur mu? Bir şair adayı daha yazarken geleceğin
tefeciliğine soyunmuşsa evet, bir masal da trajik olabilir. Bunlara gerek yok.
Peki, şiir ile nesir arasında nasıl bir ilişki var? Bana kalırsa ikisi de
birbirini besleyen iki ana ırmaktır. Alttan akan damarlarda mutlaka sımsıkı bir
bağ var. Zihinlerde ve gönüllerde iz bırakan iyi şairlerin, sıkı şairlerin aynı
zamanda çok iyi birer nesir yazarı olmaları tesadüf değil. Sezai Karakoç, Cahit
Zarifoğlu, Attila İlhan, İsmet Özel, Cemal Süreya, Rilke, Nizar Kabbani,
İbrahim Tenekeci, Ahmet Murat… Listeyi uzatabiliriz. Gençlik yıllarımızda
İbrahim ağabeyin bize sürekli söylediği şey şuydu: “Mutlaka nesir yazın, çünkü
nesir şiirinizi besler ve büyütür.” Şimdi ben de çevremdeki gençlere benzer
tavsiyelerde bulunuyorum. Şiirin alt metninde bir “fikir” olmalı ve bu fikri
besleyen de nesirdir.
Ülkemizde
uzun yıllardır devam eden lakin son yıllarda iyice ileri çıkan bir tercüme eser
faaliyeti var. Bilhassa gençler edebiyatımızın ve geleneğimizin mühim
eserlerinden ziyade gençlik ve vampir kitabı olarak ifade edilen edebiyattan
uzak eserleri, sınava yönelik kitapları bir bağımlıymışçasına tüketiyor. Bu
bağlamda klasiklerimiz hangi noktada duruyor? Yazı yazma ve klasik okuma
ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tercüme eserler her dönem
olmuş. Günümüzde özellikle tüketim toplumu imajına uygun olarak o bahsettiğin
seri imalat kitaplar habire görücüye çıkıyor, okunuyor ve o imaja uygun bir
şekilde “tüketiliyor.” Aslî anlamına bakacak olursak normalde okuma eyleminin
bizi yeniden üretmesi gerek. Ama okuduklarımız bizi tüketiyorsa orda bir sorun
var demektir. Sen de biliyorsun Bekir Salih, ben yıllardır gençlerin içindeyim.
Evet, o bahsettiğin kitapları okuyan geniş bir kesim de var. Kendi
öğrencilerimden biliyorum. Hatta bazen sınıfta garip sesler çıkaranlar olunca “Mutasyon
zamanın geldiyse biz dışarı çıkalım.” tarzı latifeler de ederim. Hep birlikte
gülüp geçeriz. Ama öte yandan çok sağlam, çok nitelikli okumalar yapan gençler
de var. Uzun bir zamandır da gençlerle birlikte okuma halkaları, kitap tahlil
programları yapıyoruz. “Gençlerin soruları, ihtiyarların cevapları” derim ben
her zaman. Bunları yakın plana almak lazım. Bakıyorum şöyle etrafıma da
gençleri sorulardan kaçırıp izole etmeye çalışan aşırı savunmacı bir tavır
sığlığı var. Sorulardan korkulur mu yahu? Soru sormak aklın dindarlığıdır,
derler. Bir de sürekli gençler üzerinden ahkâm kesen, bol keseden yargı
dağıtan, asıp kesen, etiketleyen tipler var. Bunların ortak noktası
hayatlarında bir kez olsun, gençlerle bir masada buğusu tüten bir çay
bardağının etrafında buluşup sohbet etmemiş olmalarıdır. Z kuşağı diye bir
sakız bulmuşlar habire çiğneyip duruyorlar. Mısır hiyerogliflerinde bile var bu
Z kuşağı, inanmayan papirüslere baksın. Okuma alanlarına dönecek olursam
klasiklerimiz elbette tam da olması gereken yerde, yani merkezî bir noktada
duruyor. Çünkü bu eserler de o merkezden uzak düşmeme kaygısıyla yazılmış
metinler. Merkez, etimolojik olarak direk dikme, mızrak saplama anlamına gelen
Arapça “rakz” kelimesinden gelmedir ve dairenin merkezi, ortak nokta gibi
anlamlara gelir. Sahipsiz Güzel’de çözümlemesini yapmaya çalıştığım
kitaplar, hakikat dairesinin tam merkezinde olan ve bize sadece insan olmayı
değil, nasıl insan kalabileceğimizi de öğreten kitaplar. Anakronik bir durum
yok burada, bugünün meselelerine güncelliğini kaybetmeyen ve dolayısıyla geçip
gitmemiş olan geçmişin şaheserleriyle sorular ve cevaplar üretmek zorundayız.
Bu sorular ve cevaplar da doğal olarak yazma eyleminin meydan savaşında kendini
daha iyi gösterir. Yazı, bu anlamda dünle bugün arasında köprü…
İnsanın
yolculuğunu eserde kâl ve hâl ilmi arasında değerlendiriyorsunuz. Son yıllarda
sadece maddeye dayalı, insan ruhunu anlamaktan uzak dinî temayüller hakkında ne
düşünüyorsunuz? Sizce eylem mi, düşünce mi daha önemli?
Kâl ve hâl ilminin
karşılığı sırasıyla ilim ve irfandır. Biz acıklı modernleşme hikâyemiz başladı
başlayalı sürekli bir tercihler ikileminde bırakılmış bir milletiz. Ya o ya bu
demişler bize ve bizler de habire bir şeyleri bir şeylerle takas etmişiz. Ruh
ve beden diyoruz ya, ruhu bedenden, bedeni ruhtan ayırabilir miyiz? İlahî
tecelli bunları bize dünyada iç içe sunmuş, ayrı ayrı değil. Sözü şuraya
getirmek muradım: İlimsiz irfan olmaz, tıpkı irfansız ilim olamayacağı gibi. Hadi
sekülerlerin anlayacağı dille söyleyeyim: Fiziksiz bir metafiziği ne kadar
anlayabilirsiniz? Salt maddeye dayalı bir hayat algısı insanı felakete
sürükler. Maverayla göbek bağını kesmiş bir toplum ya çıldırır ya da intihar
eder, diyor Cemil Meriç. Batı hayat tarzı diyoruz evet ama doğusu batısı
kalmadı artık bu olgunun. Batı’yı günah keçisi ilan eden ve sabah akşam Batı’nın
ahlâksızlıkları üzerinden bir “Doğu cilalaması” yapan medya vaizleriyle dolu
ortalık. Başkasının günahı bizi aziz yapmıyor, üzgünüm ama bu böyle. Şimdi bu
olgu üzerinden din dediğimiz kavramı bir “kişisel gelişim” abur cuburuna
dönüştüren yaklaşımlar görüyoruz. Senin “insan ruhunu anlamaktan uzak dinî
temayüller” dediğin husus biraz da bu yaklaşımla ilgili. Kur’an-ı Kerim bir
kişisel gelişim kitabı değil. Tasavvuf etliye sütlüye karışmayan bir meditasyon
tapınağı değil. Yunus’un “hümanist” bir şair olarak tanındığı toplumda Mevlânâ
da olsa olsa bir turist terliği gibi muamele görür. Belden yukarısı çıplak
yanardöner beyleri düşün burada Bekir Salih. Semazen demiyorum çünkü cidden
mübarek bir kelime ve öyle ulu orta kullanmamak lazım. Din, işimize yarayanları
alıp işimize yaramayanların üstünü çizdiğimiz bir Avon kataloğu da değil. Söz
mü, eylem mi daha önemli diye soruyorsun ya, hem söz hem de eylem diyorum ben.
Sözsüz bir eylem, eylemsiz bir söz… Yaşadığımız kalbî kuraklığın sebebi bana
kalırsa bunlar. İnsan yaratıcısına bir söz vermiş, bu söz kulluktur. Kulluğu
imtihan dünyasında yürüten yegâne şey ise eylemdir. Tıpkı yazı gibi eylem de
durgun sularda kokuşur. İnandığınız gibi yaşamazsanız yaşadığınız gibi inanmaya
başlarsınız, diyor Hazreti Ömer. Yalın, sahih ve apaçık bir hakikat!
Eserin
ismi bize uzak iklimleri çağrıştırdı? Siz geleneksel bir çizgi üzerinde edebî
hayatınızı idame etmeye ihtimam gösteren bir isimsiniz. Cevdet Paşa, geçen
aylarda aramızdan ayrılan Sezai Karakoç ve Zarifoğlu ile aynı yolu
paylaşıyorsunuz. Bu müstesna çizgi, zarif yol sizlere ne öğretti? Edebî
çizginizin üstatları yaşantınızın neresinde?
Zarif değerlendirmen için
teşekkür ederim Bekir Salih. O yolu hak etmeye çalıştığımı söylemekle iktifa
edeyim. Evet, sorunda bahsi geçen isimlerle kurduğum bir gönül köprüsü var.
Benim gelenek kavramı ile kurduğum sahici bağlarda Üstat Sezai Karakoç’un çok
büyük etkisi oldu. Aramızdan ayrıldı diyorsun ama Üstat her zaman aramızda ve o
sızlayıp duran hayat yaramızda yaşamaya devam ediyor hiç şüphesiz. Cenab-ı Hak
cümle geçmişlerimizi rahmetiyle ağırlasın. Üstat, geleneği ruh kelimesiyle
anlatır ve kıymetli olan husus da geleneği yaşatan ruhu bugüne taşıyabilmektir.
Zamanın ruhu, bu bağlam içinde kerteriz almamız gereken yer. Ama bunu “çağın
gözüyle İslâm’a bakmak” gibi reformist bir yaklaşıma meze etmeden yapmalıyız. Kim
ne derse desin şekilcilik bizim toplumsal kangrenimiz. Bir sohbetimizde Üstat,
fes ve şalvarla Osmanlı güzellemesi yapanları eleştirmiş ve kabukla uğraşmaktan
öze / ruha gelemiyoruz demişti. Fes güzellemesi, sadece şapka üzerinden Batıcılık
tezini ileri sürenlerin tekerlerini yağlar. Öyle ya da böyle, zıtların muhteşem
birlikteliği diyoruz buna. Geçen de İsmet Özel’i kravat taktığı için eleştiren
bir yorum görmüştüm. Fatih Sultan Mehmet’i cep telefonu kullanmadığı için
kınayanlar da vardır muhtemelen. Biz bir zaman kesitinde yaşıyoruz evet ama
zaman da bizde gerçekten yaşıyor mu, arada bir sormalıyız kendisine. Yani
zamana sorular sormalı, sohbet edebilmeliyiz. Zaman ile konuşmak, konuşabilmek
muhteşem bir şeydir. Arayıp durduğumuz ruh hâlihazırda o sohbetlerde saklıdır.
Biz ne yazık ki gelenekle, tarihle diyalektik bir ilişkiden ziyade romantik
ilişkiler kurmayı seviyoruz. Hâlbuki tarih ve gelenek, bir ağlama duvarı değil.
Ben o bahsettiğin müstesna çizgiden, zarif yoldan bunları öğrendim, öğrenmeye
de devam ediyorum şüphesiz. Ve onlar benim hayatımın tam merkezindeler. Hocalık
sınıftan çıkınca biter ama talebelik ölünceye dek sürer.
Tasavvuf
yolunun olmazsa olmazlarından biri de seyrisülûk malumunuz. Sahipsiz Güzel’i
bu bağlamda bir dervişin seyrisülûk defteri olarak da görebiliriz. Yazdığınız
yazılardaki eserler sizi nasıl etkiledi?
İlk gençlik dönemlerinden
beri arayış ve sorgu kelimelerinin bende müstesna bir yeri vardır. Aldığım
nefesi hak etme düşüncesi beni her zaman tedirgin etmiştir. Bu bir insanı
derviş yapar mı, elbette hayır.
Dünyanın olanca
gürültüsüyle, albenisiyle paçalarımızdan çekiştirdiği bir çağda insanın kendi
kendine yetebilmesi ne muazzam bir inceliktir. Heyhat öyle bir çağda yaşıyoruz
ki kimse kimseye yetmiyor, dünya yetmiyor, zaman yetmiyor. Hayat baştan ayağa
doyurmuyor bizi. Derviş dediğimizde zihnimizdeki çağrışımları şöyle bir
yoklayalım. Gönüle değil, kılığa kıyafete odaklanan bir çağrışımın içinde
buluruz kendimizi. Ne büyük bir aldanış! Derviş deyince benim aklıma Sezai
Karakoç gelir. Kitapta Üstadın dört kitabıyla ilgili yazılar da var. Toplamda
kırk dört metin var kitapta ve “dört kapı kırk makam” anlayışına bir atıf olsun
istedim kendimce. Bu kitapların okunma süreçlerinde hissettiklerim, içsel
hesaplaşmalarım, sorgulamalarım, kırgınlıklarım hepsi farklı farklı büründüğüm
ruh hâllerine denk düştüler. Bu hâlin anlatılabileceğini hiç zannetmiyorum. Bir
hâl ikliminden bahsediyoruz sonuçta. İnsan başkalarında gördüğü hâlleri çok
güzel anlatır da söz kendisine geldiğinde kekelemeye başlar. Kitabın bir de
şöyle bir anlamlı çevrimi oldu. Ahmet Yesevî ile yani Türkistan ile başlıyor
yazılar ve yine son yazıda Türkistan’a dönüyoruz. Yani başladığımız yere. Bunu
kitabın taslağını tamamladıktan sonra fark ettim ve memnuniyet duydum. Kök
arayışı beni bir hayat yoklamasına sürükledi. Kitaplar o kök arayışının
kılavuzu oldular bir nevi. Bazı isimlerle içimde derin derin sustuklarım oldu.
Yarım yamalak konuşma çabalarım. Uzun yürüyüşlerim. Bir hayat yoklaması derken
kastettiğim bu. Kitaptaki yazıların da okuyanları kendi hayatlarının
yoklamasını yapmalarına vesile olmasını isterim.
Eserde
pek çok yerde yitiğimizi, bir kalbimiz olduğunu anımsıyoruz. Siz eserler
karşısında hissettikleriniz ile âdeta bizleri de bu müstesna dünyaya buyur
ediyorsunuz. Ekseri okuyucumuz bir nebze klasiklere uzak kaldığı için sorma
ihtiyacı hissediyorum: Klasik eserleri okumaya nereden başlamalı ya da bu
müstesna kumaş nereden tutulmalı?
Klasik eserleri okumak
için öncelikle iki yüzyıllık aşağılık komplekslerden kurtulmamız şart. Bir
kökle, bir kimlikle mukayyet olduğumuzun şuurunda değilsek ne okursak okuyalım
beyhudedir. Yani kendi ülkemizde kendi klasiklerimizi bir oryantalist kafayla
da okuyabiliriz, Allah korusun! Örnekleri yok mu? Hem de nasıl! Bu hassasiyetin
farkında olmak, ilk ödevimiz olmalı. Sonrasında gönül dünyamızda yeri olan
isimleri “doğru anlamak” için sahih bir niyetle yola koyulmak şart. Bu isimleri
kendilerinden yüzyıllar sonra ortaya çıkmış ne idiği belirsiz ideolojilere
yamamak için okuyorsan da okuma bence. Kant, Hume, Descartes falan oku, en azından
çorban bulamaç olmasın. Yunus Emre’yi, Mevlânâ’yı, Ahmet Yesevî’yi, Eşrefoğlu
Rûmî’yi tanımak mı istiyoruz buyrun divanlar, mesneviler bizi bekliyor.
Elimizin altında muhteşem bir kaynak var ama biz hazinelerini gömen ve Batı’nın
putlarını takdis eden insanlar olarak düpedüz bir çoraklığın, çölleşmenin
ortasında can çekişiyoruz. Kant’a, Descartes’a, Comte’a atıf yapınca hemen
kulak kesiliyoruz ama İmam Gazalî, İbn Arabî, Hacı Bektaş Veli, Attar falan
deyince birden kan şekerimiz düşüyor. İmam Gazalî’yi cami imamı zanneden
adamlar var, bir zamanlar çalıştığım ilçedeki öğretmenevinde bizzat yaşadığım
bir tecrübe bu. Şaka değil. Hani Batı, Batı diyoruz da onu da bir maymun
taklitçiliğinden öteye taşıdığımız söylenemez. Makyaj modernleşmesi diyorum ben
buna. Sen de bilirsin Bekir Salih; Melih Cevdet, Bulgaristan’da Balkan
Edebiyatçılar Toplantısı’na katılır ve orda bir Bulgar yazar “Sizin klasikleriniz
kimlerdir?” diye sorar. Bu soruya Melih Cevdet’in verdiği cevap şudur: “Bizim
klasiklerimiz yok.” Şairliği bir kenara, Melih Cevdet gibi isimler bu ülkede
bir tipolojiye denk düşer. Şimdi soruya tekrar dönecek olursam, klasiklerimizi
okumaya nereden başlamalı? Yaşadığımız ülkeye, ruh köklerimize -Attila İlhan’dan
ödünç alarak söyleyeyim- “bir ecnebi gibi” bakmayalım da nereden başlarsak
başlayalım. Bence en hayatî nokta burası.
Tasavvufun
hayattan kopuk, uygulanmaz bir kurallar manzumesi olduğunu söyleyenlere
eseriniz “Hayır, o canlı damar burada ve hâlâ yaşıyor.” diyor âdeta. Sahipsiz
Güzel’de yer alan eserler ve damar da bu hususa dikkat çekiyor. Kitabı
oluşturan yazılara ilham olan eserler, birbirinden bağımsız olarak bir okuma
listesi hâlinde okunabilir mi?
Güzel tespitlerin için
çok teşekkür ederim Bekir Salih. Doğrusu bu yazıların yazılma gerekçesi de tam
olarak buydu. Soyut, afakî bir şeyden bahsetmiyoruz sonuçta. Yaşayan, soluk
alıp veren bir hakikatten bahsediyoruz. Sahipsiz Güzel’deki metinler
Ahmet Murat, Osman Toprak ve Saadettin Acar ağabeylerle aramızda geçen bir
sohbetten doğdu aslında. Tasavvufun modern zamanlarda soyut, hayattan ve
toplumdan uzak, uygulanabilir nitelikleri olmayan afakî bir kavrama
dönüştürüldüğünü konuşmuştuk. Oysa capcanlı, hayatın ve toplumun içinde ve
âşıkların gönüllerinde dipdiri bir şekilde varlığını sürdüren bir olgu
tasavvuf. Bunun şahidi de belli başlı bazı isimler ve kitaplar. Ahmet ağabey, “O ve Ben kitabıyla başlayalım,” dedi ve
Bismillah deyip çıktık yola. Yazılar bir toplama ulaşınca bunların bir kitaba
bürünmesi fikri doğdu bende. Güzel olan nokta da hem klasiklerimizin hem de
birer klasik olmaya aday yakın dönem eserlerimizin bir araya gelmesi oldu. Yani
bu çağda tasavvufî bir bakış mümkün mü, sorusuna işbu yakın dönem eserlerimizin
hatırı sayılır bir cevap olduğu düşüncesindeyim. Asıl mesele nereden ve nasıl
baktığımız. Tasavvufu zihnimizde doğru bir yerde konuşlandırmak zorundayız. Şeriatsız
bir tasavvuf olmaz. Şeriattan, yani yolun esaslarından, ilahî yasalardan
haberin yoksa tasavvuf olduğunu iddia ettiğin şey tasavvuf değil, mutlu yaşam
koçlarının aerobik gösterileridir olsa olsa. Kök ve kaynak hatırlatmasını da bu
sebeple yapıyoruz. Tasavvuf hayattan bir kaçış değil, evet bizatihi hayata bir
müdahale, çıplak sinir uçlarıyla hayatın kalbine dokunmaktır. Giriş yazısında
bu hususa özellikle eğilmemin sebebi de buydu. Mücahit dervişleri hatırlayalım,
İstiklâl mücadelemizde Özbekler tekkesinin gördüğü işlevi hatırlayalım. Yaşadığımız
zamanlarda varlıklarını muhtaç insanların maddî ve manevî ihtiyaçlarını
gidermeye hasretmiş derviş gönüllü güzel insanları hatırlayalım. Hayat ne güzel
bir kelimedir. Hakikate doğmadan işte o hayata doğamayız. Hakikate doğmak,
kılavuzsuz, rehbersiz pek de mümkün değil. Senin de belirttiğin gibi yazılara
ilham olan eserler elbette bir okuma listesi hâlinde okunabilir, okunmalı
hatta. Bazı eserleri ise sürekli yanımızda, yöremizde bulundurmak, ben
inanıyorum ki himmete ve güzelliğe vesile olacaktır.
Bizim
dünya ile ilişkimiz Efendimiz’in (sav) dünyaya karşı takındığı tavır ile de
alakalı. Malumunuz Resul-i Ekrem’ in (sav) sünnetlerini ümmet olarak bugün
hayatımızın merkezinde tutmaya gayret ediyoruz. Güzel kavramını da ele alışımız
bu yönde. Sizce rahmanî bir çıkışa varmayan güzel, güzel mi yahut güzel bize
asıl sahibini hatırlattığı için mi güzel?
Bir hadisi şerifte Allah
Rasulü (sas) şöyle buyurmuşlar: “Allah güzeldir, güzeli sever.” Hakikat ile
bağını kurduğumuz her şeyin güzel olması, “güzel”de mündemiç olan rahmanî
bağışlarla ilgili. Çünkü güzel de bir bağıştır ve o güzelin ilahî bir bağış
olduğunu idrak edebilmen için senin de “güzel” olman şart. Yeryüzünde asıl
güzel olan şey insanın kendisidir. Çünkü yeryüzünde Allah’ın halifesi olan,
dağları bile titreten emaneti bir sorumluluk, bir ödev olarak üstüne alan en
güzel varlık insandır. İşte o insan hazreti insandır. İnsan bu sebeple eşrefi mahlûkattır.
Kendindeki o güzel insanı göremeyenler için esfeli safilin ve belhü’m adal
çukurları var. Dilediğini seçmekte özgürsün. Sezai Karakoç, “İnkâr tutsaklık,
inanç özgürlüktür.” der. Özgürlük bir şeyle mukayyet olmaktır. Bunu çok ters
anlıyoruz ne yazık ki. İşte güzel kavramı bize doğrudan doğruya o güzelin hakiki
sahibini hatırlatır. Sahipsiz Güzel derken de dünyevî kavramlar içinde
muhatap kılındığımız bütün o güzelliklerin sahibinin insan olamayacağına bir
atıf var. Çünkü insan nankördür, daha ağzındaki nefesin bile mülkiyetine sahip
değilken her şeye sahipmiş gibi davranır. Oysa bütün bir yeryüzünün, kâinatın
tek bir Sahib-i Hakikî’si var. Güzel, bu hakikati idrak etmenin yolunu,
yordamını öğretir. Yunus’un “görklü nazar” deyişini hatırlayalım. Görklü nazar,
yani muhteşem bakış. Sanat da bu cümledendir. Şehadet âlemindeyiz. Güzel, bu
şehadet âlemindeki biricik gözümüzdür. Ve bizi dünyevî hikmetlere, bizi uhrevî
olana, yüce olana, rahmanî olana yakınlaştırır. Güzel zaten bu sebeple güzeldir
bizim için.