logo

Abdullah Harmancı: Öykünün temeli sağlam bir insanlık durumuna yaslanmalıdır

Abdullah Harmancı: Öykünün temeli sağlam bir insanlık durumuna yaslanmalıdır

Yeni kitabınız hayırlı olsun diyerek söze başlamak istiyorum. Baltan Taşa Değecek öykü kitabınız şubat ayında Muhit Kitap’tan çıktı. Behçet Bey Neden Gülümsedi? 2019’da yayınlanmıştı. Behçet Bey gibi Baltan Taşa Değecek kitabınızda da kitap ismini taşıyan bir öykü yok.

Ne balta var ne de taş var, diyorsunuz. Haklısınız. Ama baltalar sürekli taşlara değiyor. Baltası taşa değmemiş kimse yok. Dünyada başka bir seçenek yok çünkü. “Meydana düşen seng-i kazadan kurtulamıyor.” Dünyaya düşen kurtulamıyor. Dünya “kazanılacak” bir yer değil. Dünya kaybedilecek bir yer. O halde ne yapmalı da dünyadan “çıkmalı”? “Dünyaya doğru” değil, “dünyadan doğru” yaşamakla mümkün bu. Dünyadan başka bir noktaya doğru harekete geçmek. Dünyasız değil ama dünyaya dalmadan… Elbette yolumuza çıkan o sudan içilecek. Ama kanılmayacak. Dünyaya kanılmaz çünkü. Ben bundan önceki kitabımda, ondan önceki Melek Kayıtları kitabımdan başlığını çok sevdiğim bir öyküyü alıp başlık olarak kullanmıştım. Behçet Bey Neden Gülümsedi?, Melek Kayıtları kitabımdaki bir öykümün adıydı. Ama içeriğine bakılırsa, kitaba boş yere isim olmadığı görülür. Bu sefer de Muhit’te yayınlanmış bir denememin adını bu kitaba başlık yaptım. Yani henüz kitaplaşmamış bir denememin başlığı bu kitabımın adı oldu. Deneme kitabımın adını buraya aktarmış oldum. İşin kötüsü deneme kitabıma bir başlık gerek şimdi. Acaba onun adı da buradaki öykülerden birisinin başlığı mı olsa? (Burada çok şaşırmış adam emojisi olmalıydı!)


Öykülerinizde kendinizi ifşa etme korkunuz var mı?

Her yazar gibi… Ben de, öykülerimi yazarken kendimi perdelemeye çalışıyorum. Kendimi açık etmemeye çalışıyorum. Ama kendimizden başka neyimiz var? Söyleyeyim: Gözlemlerimiz var. Tasavvurlarımız var. Maalesef bu mesele pek anlaşılmıyor. Ben işportacı bir beyi yazdım. Zabıtalar ekmek teknesini aldı götürdü. İçime dert oldu. Seneler sonra öyküleştirdim. Diyeceğim, sadece kendimizi yazmıyoruz. Ama kendimizden hareketle ve kendimizden yola çıkarak yazıyoruz. Yazmak bir mozaikleştirme. Sentezleme. Farklı yaşantılar arasında bağ kurma. Her yerden bir renk alıp bir karışım meydana getirme. Kendimizi yazmak diye indirgenemez. Ama sonuçta başkasına bakarken de kendimizden bakıyoruz.   

 

“Son Adım” öykünüzde kamyon arkası yazıları var, sosyal medya terimleri, televizyon kanalları isimleri var.  “Takva turizm, LCD, parlamento, …” Bunlar okuru gülümseten, geçmişe götüren, anıları hatırlatan kelimeler. Ama bu kelimeleri kullanmak gelecekte okuru öykünüzden uzaklaştırır mı?

Öykünün temeli sağlam bir insanlık durumuna yaslanmalı. Gerisi boş. İlk öyküyü düşünelim. Amcasını hayallerini gerçekleştiremeyen birisi olarak düşünen ve buna üzülen anlatıcı, bir an aydınlanıyor. Donakalıyor. Çünkü kendisi de aynı şekilde yeğenlerine hayallerini anlatırken gülünç bir duruma düşmüş. Kendisi de geçip gitmiş kişilerden biri gibi, yenilmiş. Mağlup olmuş. Dünyaya karşı kazanamamış. Baltayı taşa değdirmiş. Önemli olan bu derin acıyı yakalamak. 1993’ten beri öykü yazıyorum ve yayınlıyorum. O kadar çok insan bana şunu dedi ki: “Kitabınızı bir kenara koyup hüngür hüngür ağladım.” Geçenlerde bir anne, bana sosyal medyadan mesaj gönderdi. Öykünüzü sesli olarak okuduk ve oğlum ve kızımla birbirimize sarılıp ağlaştık diye. Sözünü ettiğiniz detaylara “iptidai bilgi” deniyor. Olması değil olmaması sorundur. Çünkü yaşadığımız çağı nasıl yansıtacağımız sorusunu cevaplamamız şart. Vaktin oğluyuz. Vaktin izleri öyküde görülmeli.


Kitapta en dikkatimi çeken öykü “Rüzgârda Bolero” oldu. Yazma amacı, yazarlık sürecini eleştiriyorsunuz. Behçet Bey Neden Gülümsedi kitabınızda da benzeri olan Emekli Öğretmen Suphi Durup Dururken Elini Masaya Neden Vurdu?” öyküsü var.  Ben size “Rüzgârda Bolero” öykünüzdeki sorduğunuz bir soruyu sormak istiyorum: “Edebiyata gerektiğinden fazla mı takmıştı kafayı?” Siz de yaşamınıza dönüp baktığınızda edebiyatı gerektiğinden fazla önemsediğinizi düşünüyor musunuz? Dokuzu öykü, çocuk öyküsü olmak üzere on iki kitabınız var. Bunu da düşünerek soruyorum. 

Kahramanmaraş’ta Güray Süngü ile birlikte yürüyorduk. Birdenbire dedi ki: “Edebiyat olmasaydı ne yapacaktık?” Unutamadım bu ânı. Allah bize kalem vermiş. Dünyadaki bahanemiz bu. Böyle yaşayıp öleceğiz. Her kulu dünyaya bağlayan bir sebep olur. Bu sebebe sarılmak o kadar doğal ki. Ve güzel ki… Peki, sorun ne? Sorun bu eylemlerimizi dünyevileştirmek. Hırsa bulamak. Salih amele dönüştürememek. “Malayani” seviyesini aşamamak. Derinleştirememek. Şeytanın elimizdeki en kıymetli işimizi bile dünyaya, hırsa, çirkinliğe, çirkefe bulama mahareti var. Bundan sakınmak lazım. Aksi halde elbette yazacağız. Elbette dünya denen çölde serinlemenin yollarını arayacağız. Ama bu işlerimiz kendinden ibaret bir eyleme dönüşmeyecek. Amaçlaşmayacak. Amaçlaşan putlaşır. Kalbimiz put üretir. Günde bin put girer kalbimize. Bu sebeple beş vakit ve kırk rekât ve seksen secde emredilmiştir günde. Asgari…


Hep geçmişe bir yolculuk var. Geçmişi kayda geçirmek, geçmiş ile günümüz arasındaki farkı okura sunmak derdiniz var mı? Yoksa yazma yolculuğunuzda bu doğal bir süreç mi?

Yaşlanıyorum. (Gülücük emojisi bile bu durumu kurtaramaz!) Yaşlandıkça, insan geçmişe doğru bakmaya ve düşünmeye başlıyor. Zaman zaman çocukluğumun geçtiği bazı mahallelere gidiyorum ve oralarda adımlıyorum. Hiçbir şey olmamış, her şey hep aynı yerinde duruyormuş hissine kapılıyorum. Her şey parlak güneş altında durduğu yerde duruyor gibi… Geçmişe bakmaya başladıkça geçmişi yazmaya da başlıyorum. Ama şundan eminim: Geçmiş geçmemiş. Burada. Yanımda. Benimle. Geçmiş geçmez. Geçmiş veya bugün ya da gelecek yok. Bir an var. Bunu anladığımız günler de gelecek. Şimdi bunu ancak sezmekle meşgulüz. İdrak edemiyoruz. Hissediyoruz.     


Baltan Taşa Değecek kitabınızı, Konyalı bir okur okuduğu zaman eminim tebessüm edecektir. Konya’ya has söylemler, hitaplar, durumlar var öykülerinizde. Bu durumun başka okurlar tarafından sıkıcı bulunabileceği konusunda tereddüt ettiniz mi? Burada yerelliğe düşmemeyi nasıl başarıyorsunuz, kıvamı tutturmayı nasıl başarıyorsunuz?

Yerel unsurları abartsaydım Konyalı olmayanlar sıkılırdı. Çok az kullandım. Çok çok az. Bir yaşanmışlık duygusu vermek için. Dünyanın her yerinde insanlar diğer insanlar tarafından sevilmek ister. Sayılmak ister. Diyeceğim, evrensel olmak için böylesi bir duyguyu yakalamak yeterli. Yerel unsurlarsa öyküyü renklendirir. Ama abartmamak gerek. Bu durumdan rahatsız olan okurlara rastladım çünkü.


Öykülerinizde eşyalar, mekânlar sıradan değil, onlara dair özellikleri de veriyorsunuz. “Kaplan yavrularının annelerine sarıldığı battaniye, kalaylı bakır ibrik, kanarya ötüşlü kapı zili, yeşil Anadol araba, Kıbrıs’tan gelen kül tablası…” Eşyanın hayatımızdaki önemine mi dikkat çekmek istiyorsunuz? Eşyanın hikâyesini mi sürüyorsunuz?

Dil hiçbir zaman algılarımızı gerçek anlamda iletemez. Ne dersek diyelim benim zihnimdeki resim sizin zihninizdeki resim olmaz. Ama gene de ben buna çabalıyorum. Okuru yakalamanın bir yolu bu. Türkiye’de bir dönem kanarya ötüşlü kapı zilleri meşhurdu. Modaydı. Eminim bazı okurlarda bu detay etkisini gösterecektir. Bunu önemsiyorum. Gerçeklik duygusunu da bu yolla sağlıyoruz. Bu da önemli. Bir de ben bu detayları gerçekten kendi hayatımdan alıyorum. Yani gözümün önüne o kül tablası geliyor. Doğrudan doğruya… O sebeple o detayı veriyorum.   



KONUŞAN: ÖZLEM GÖKTAŞ